tarih ötesinden komşumuz, franz liszt

19. yy'ın en büyük bestecilerinden franz liszt bundan tam 123 sene önce 31 temmuz 1886'da öldü. ölmeden 39 yıl önce yine böyle sıcak bir istanbul yazında bizim yürüdüğümüz sokaklarda yürüdü, galata kulesine baktı hayranlıkla belki, aynı denizde martıları izledi. 18 haziran 1847'de ise sultan abdülmecite dolmabahçe sarayında bir konser verdi. en güzeli de yaklaşık 5 hafta boyunca beyoğlunda bugünkü nuri ziya sokakta 19 numaralı evde kalmasıydı. böylelikle bir şekilde komşumuz oluyordu, geçtiği sokaklardan geçme şansımız, bazı noktalardan gördüklerini görme fırsatımız oluyordu. bende onun ölüm yıldönümü olduğu için evini ziyaret edip onu anmak istedim bugün. fakat çok yanlış bir gün seçmişim. 3g denen bişey getirilmiş türkiyeye, istiklal caddesi onu kutluyor. her köşe başında bir stand, rahatsızlık verici derecede açılmış müzikler, kalabalık, kaos. fakat çoğunluk 3g ye çok uzak, görüntülü konuşmayı bırakalım hepimizin kontorü 10un altında bahse girerim o anda. benim bedava mesaj hakkım olduğu için bir ay kendime güvenim var ve 3g filan tanımıyorum tabi. sağdan soldan ''en büyük türksel'' sesleri, tezahüratlar nedendir anlamış da değilim. bazı koca göbekli adamlar kendilerini daha da zenginleştirecek yeni bir teknoloji getirirken, tüm halk bunu bayram gibi kutluyor. konumuza dönersek bugün kulağımda lisztin melodileri, yaşadığı evin karşısındaydım. kafamı kaldrıdım onunla aynı gökyüzüne baktım 123 yıl sonra, belki durduğum noktayı 123 yıl önce lisztin varoluşu dolduruyordu. herşeye rağmen neslimizin güzelliğini düşündüm biraz. sonra istiklalden galataya doğru mutlu bir yol tutturdum, 3g kutlaması sesleri arkamda kalmış, kulağımda lisztin tınılarıyla süzülmüştüm.


çingeneler zamanı

emir kustirica'nın çingeneler zamanı her yıl tekrardan izlenilir filmlerimden birisidir. filmin karışık ve yoğun ortamından, tarzından dolayı yaz aylarının filmi olarak seçmişimdir. fakat son 3 yazdır filmin başrol oyuncularından ''perhan'' yani davor dujmovic'in 1999 da intihar etmesini öğrendiğimden beri filme bakışım değişti. perhan yani davor güldüğünde gülüyor, ağladığıdna ağlıyorum. bazen güldüğünde de ağlıyorum. davor dujmovic girdiği depresyon sonucu 1999 da intihar etmeyi seçti. bizde hayatı yaşamaya devam ediyoruz. ben filmi ilk izlediğimde ondan küçüktüm. o 19 yaşındaydı film esnasında. zaman geçti, onun filmdeki yaşını geçtim, büyüdüm. artık filmdeki hali bana küçük görünüyor. her izleyişmde daha da küçülüyor. öyle bir zaman gelecek ki intihar ettiği zamanki yaşı olan 30u ben geçeceğim. bu sefer perhan filmde iyice küçük görünecek bana, intiharına daha çok üzüleceğim. yıllar geçtikçe ona daha çok üzülüyorum, sanki filmdeki perhan gibiydi davor dujmovic. bi sürü sıkıntı bi sürü kötü şey yaşadı. sonunda intihar etti. sanki filmin devamı gibi.

http://www.perhan.com/


vapura gecikme


iskelelerde vapurun kalkmasına doğru kapıyı kapatan adamların işi çok zor, çok stresli. büyük bi yük o iş yahu. son anda yetişmek için her seferinde turnikelerden o kapıya koşanların tüm kaderleri o adama bağlı. bazen bekliyor, hadi bi kişi daha binsin, tamam sende iyi koştun binmeyi hakettin bakışlarıyla. bazen şak diye kapıyor koşan olsa bile. o anı da iyi kestirmesi lazım. her gün o noktada kapanan kapılarla dolaylı olarak bir sürü insan etkileniyor. kapının kapama kararını verdiği zaman diğer tarafa koşarak gelen, orda kalıp vapurun kalkmasını üzülerek izleyen ve belki 3-4 saniyeyle o vapuru kaçıran insanlar yüzünden kimbilir neler değişti. onlar diğer yakaya daha geç vardılar ve zincirleme olarak bir sürü olay gelişti veya yaşanamadı hiç. her şey o adamın kapıyı kaparken son anda gelenleri seçiciliğine bağlı.


tom york bendeydi geçen

en yakın arkadaşıma '' thom yorke bendeydi dün ya çok içmişiz bugün geç kalktım o yüzden arayamadım seni'' dediğimde bana hiç inanmadı, güldü. oysaki thom york (artık tom dicem) gerçekten de bende yatılı misafirdi dün akşam. tomla ilk konuşmamız büyük bi şanstı. last fm'de onun şarkılarından birine yazdığım bi eleştri mesajı sonrası bana özelden ulaşıp ''yorke_68@hotmail.com acele ekle bişey konuşmam lazım'' diyince arkadaşlığımız başlamıştı. öyleki tom, kendisiyle ilgili her yorumu ciddiye alır, takip eder ve kafasına takılan mesajlar üzerine kim yazdıysa onla konuşurmuş. msnini ekledikten sonra ilk başlarda biraz gergindi tom. konuşa konuşa laf lafı açtı ve bi ara kendimi ''atla bize gel lan içeriz işte film filan atarız, şimdi benim oraya gelmem zor oysaki sana kolaydır bu işler'' derken buldum. o da kabul etti. beni de hiç sıkıntıya sokmadı tomum, açık adresi alınca bi taksiye atlar gelirim dedi. tam da söylediği vakit geldi. köşe bakkaldan biralarını almıştı. bende koskoca tom york geliyo diye anneme güzel yemekler yaptırmış, bira stoğu da yapmıştım üstelik. başta biraz çekingen, biraz kaçamaktı tom. ''istanbulda yanıyo be'' dedi bana. ''üstünü çıkar rahat ol baksırla dolaşalım'' dedim. ''anneye ayıp olmasın'' dedi. ''yok yahu, sende onun evladı sayılırsın'' dedim. vantilatörümü de misafirimin üstüne çevirdim. ''siz türkler misafirpervermişsiniz'' dedi. ''hadi hadi vur, sağlığına'' diye çıkıştım hızlıca bikaç bira içiverdik. arkada winampa radiohead attım, ''geç allasen ya'' dedi. mallık bende tabi, adama neden kendi şarkılarını açarsın ki. alkolün etkisiyle ''bak bunu dinlemelisin tomcuğum'' diye yasemin mori açtım ona, madem buraya gelmiş lokal şeyler dinlesin diye. şarkıları pek beğenmedi ama fotoğrafını açınca dibi düştü. son sigaramız bitince gidip ona annemlerin sigarasından bile arakladım. hoş vakitler çabuk geçermiş, baya bi uykumuz geldi, yük olmasın diye pijama almamış, dizi erimiş alt verdim hiç bozulmadı, o kadar bizden. ona kendi yatağımı verdim, ben yer yatağımda yattım. sabah bi baktım benden önce uyanmış yatakta uzanıyo. başı ağrıyomuş. dedim ben şimdi baboli bi kahvaltı hazırlıcam bişeyin kalmıcak, göz yumurta, sucuğu salamı yiyince kendine geldi york..kan geldi adamın yüzüne yüzüne. ama yoğunmuş hemen kaçması gerekiomuş. bunu saymam dedim, bi dahakine grupla gelceksiniz. sözümü aldım. şimdi de manu chao ' ya ulaşmaya çalışıyorum.


sınav

..bir anda kafasını kaldırıp şöyle bir sınıfa baktı. herkes sınav kağıtlarının üstüne kapanmış harıl harıl yazıyordu. o ise sorular eline geçtiği anda hemen toparlanamaz, bir saniye kadar orda hangi amaçla bulunduğunun farkına varamazdı. ardından sorulara göz atar birini okurken gözü alttaki soruda sanki süre daha en baştan yetmeyecekmiş gibi aceleci bildiği şeyleri çıkarmaya çalışırdı. bu göz atıştan sonra sınavdan alacağı notu tahmin eder, eğer iyi bir notsa hemen yazmaya başlar, kötü ise de içinden kendine kızardı. bu an da kötü alacağını anladığı anlardan biriydi ve etrafta yazı yazanlara seyrediyordu. hızlı hızlı, bir sürü şey bilenlere sinirlenir, bu sinirini kendi içinde eğitim sistemine ordan da her türlü sisteme ulaşıncaya kadar düşünür, her şeye bok atar, eline bir atom bombası verseler bir saniye içinde hiç düşünmeden de o sınıfa atardı. fakat her seferinde bu öfke ne kadar hızlı geldiyse o kadar hızlı giderdi. ardından boşvermişlik, rahatlık çökerdi üstüne. kağıda yazabilecekleri beş altı dakikasını almış bundan sonra önünde iki seçenek kalmıştı. ya hemen çıkarak içinde bulunduğu bu kötü ana bir son verecek ya da sınav bitimine kadar etrafta dönene fısıldaşmalardan, gelen giden kopyalardan nasiplenmeye çalıcaşacak, ucundan bir söz, arkadakinden bir terim, öndeki çapraz kağıttan bir tarih yakalayıp yazacak, ekstradan 3puanları 5, 5leri 10, 10ları 20 yapmaya çalışacaktı. fakat bu konuda her zaman sıkıntı olurdu. en başta bu işe girişeceği için hemen sıcak basar, terlemeye başlardı. zaten kapı ve camlar kapalıydı. o an hemen cam kenarında oturanlara öfkeyle baktı. bu sıcakta, bu havasızlıkta camı kapayan hayvandı, öküzdü. kalkıp sınavın ortasında kafalarını cama vursa nasıl da rahatlıcaktı, sonra da kağıdını atıp kapıları çarpıp sınavdan çıkacak, tüm gerginliği gidecek rahatlıcaktı. ama bunları yapacak birisi değildi. bu çıkıştan sonra yine normale döndü. belkide üşüyordu onlar, herşey kendine göre mi ayarlanmalıydı? ama o an kopya çekenleri görünce tepesi attı. onlarda bişey bilmiyorlardı işte, sırf daha rahatlar daha pişkinler diye kopya çekebilyorlardı. o bunu denese hemen yakalanır, bişeyde diyemezdi. diğerleri yakalanmazlardı ya öyle bir durum olsa bile gözetmenlerin ağızlarından girer burunlarından çıkar kağıdı kaptırmazlardı. kendi boş kağıdının etrafında dönen bu kopya trafiğini gözetmenlerden başka herkes görüyordu. onlarda mal gibi bakıyorlar, bi boka yaramıyorlar diye sinirlendi bi anda bu sefer tüm sinirini, tüm öfkesini gözetmenlere kustu. kalkıp tokat atmak istiyodu o bonbon suratlara. kendisi kopyaya yeltenince cin olan bu insanlar şimdi hiç birşeyin farkında değillerdi. sonra bu öfkesi de geçti çünkü önündeki çocuk yan tarafta paralelinde oturan birine sorunun cevabını fısıldarken aradan bir şeyler çıkarmıştı kendine. hemen yazdı boş kağıdının dolu olmasını isteyerek. hemde kocaman yazdı dolu gözüksün diye. bu kadarda küçük oyunlar peşinde koştuğu için utanıyordu. artık sınav bitimine yaklaşılmıştı, çıkışta ''nasıl geçti'' ler ve diğerlerinin iyi sınav neticelerinin etrafta yankılanmasını kaldıramazdı. bunu düşündüğü an kalktı, kendine defalarca söylediği o ezik teselli cümlesini söyledi yine, ''bütünlemelrde çok çalışırım olur, hiç olmadı seneye kesin''.


çok

gün içinde çok sıfatını çok kullanıyorum. genelde başarılı, iyi veya kötü yerine çok başarılı çok iyi veya çok kötüyü tercih ediyorum. böyle olunca çok un gerçekten çok olan bişey için kullanımı o kadarda fark yaratmıyor. bir şeylerin derecesini arttıracağına gittikçe normal kullanım oluyor. yakında çokiyi, çokkötü gibi birleşik kelimeler olabilir. çok un gerçekten hakkını vermek lazım, çok sa çok iyi dicem artık iyi ise iyi olarak kalıcak çoksuz.


steampunk

şu sıralar yine etkisine girdiğim steampunk, cyberpunk ve post-apocalyptic hödölere bir yazı yazmaya karar verdim. öyle ki bir konuya ilgi duymaya göreyim. hemen kendimi işin içine çekecek her malzemeyle beslerim. misal korsanlık oyunları ve filmlerine daldığım bir dönemimde kendimi korsanlaştırmış, akşamları yarım şişe rom içmeden uyuyamaz olmuştum. uğursuzluk getirecek diye odama kadın sokmam, herşeye aye aye derdim. şimdi ise kendimi yaza rağmen karanlık bir moda çekiyorum. önce biraz steampunkı ve örneklerini anlatmakta yarar var. fantastik olarak kurgulanmış bu dünyada sanayi devriminden sonra alternatif bir gelişim üzerine oluşuyor steampunk. adından da anlaşıldığı gibi sanayi devriminin buharla çalışan makinalarının her yerde kullanıldığı mekanik bir teknoloji dünyası. bugün bildiğimiz çoğu cihaz farklı biçimlerde varlar. ilk bilgisayarlar gibi herşey kocaman ve çok gürültülü. hakim renkler gri, siyah ve kahverengi. bolcana da toz toprak. bunun yanında mekanik her şeye işlemiş durumda. kıyafetlere bile. insanlar 18. yy modasıyla giyiniyorlar ama üzerilerinde mekanik aksamları da bulunmakta. ''wild wild west'' bu türe güzel bir örnek film. bunun yanında ''back to the future 3'' filminde doktorun ürettiği buz yapma makinesı veya zaman yolculuğu yapabilen tren veya ''city of ember'' daki yeraltı şehri, ''La Cité des Enfants Perdus'', anime olarakta ''Laputa: Castle in the Sky'' steampunka güzel örnekler.



kıyamet sonrasında geçen veya cyberpunk a örnekler ise başta mad max serisi, ''delicatessen'', ''blade runner'', ''aeon flux'', ''metropolis'' ve ''akira'' olarak uzatılabilir. başta da dediğim gibi kendimi bu işe iyice alıştırdım. sokakta taşmış çöp yanında toz toprak görünce havasına giriveriyorum. bizim köşe bakkal ise civarda bu işin öncüsü. içeri girdiğimde kendimi başka bir zamanda kıyamet ötesinde, nükleer savaşlardan çıkmış olarak buluyorum. raflar paslanmış, sararmış. kocaman, her yeri demir, eski bir vantilatör sesler çıkararak dönüyor. herşey sıkış sıkış, içersi boğucu ve karanlık. tüm soğutucular eskimiş, yazar kasa devasa. bakkal amcaya dönüp ''biraz temiz içme suyu alıp onun karşılığında size bulduğum değerli taşları vermek istiyorum'' demek geçiyor içimden. bu modumu da terkim yakındır herhalde.


bir distopya denemesi


21. yüzyılın ilk on yıllarında kapitalizm girdiği krizden kurtulmak için insanlar arasındaki eşitsizliği arttırmış, üretimini ve karını devam ettirmek için gittikçe otoriter olmuş, sermaye ile devlet bir hale gelerek oligarşik bir yönetim yerleşmiştir. çalışanlar ve tüm halk adım adım artan sömürüyü fark ettiklerinde her şey için geç kalınmış kölelik sistemi geri getirilmiştir. Fakat oligarşinin bu zaferi tüm sorunları ortadan kadıramamış, büyük uluslar hegamonya yarışında aynen soğuk savaş dönemi gibi nükleer ve kitle imha silahları üretimine başlamışlardır. Kesin zamanı ve ilk kimin başlattığı bilinmemekle beraber üçüncü dünya savaşı diyebileceğimiz fakat sonuçları diğer dünya savaşlarına göre kat kat acı olan savaş ile dünya nüfusu özellikle kölelerinki büyük oranda azalmıştır. Sistemi yönetenler savaştan ve nükleer serpintiden kendilerini iyi bir şekilde koruyabilmişler, köleler ise ya ölmüş ya da sakat kalmışlardır. Yöneticiler ve zenginler korunaklarında yaşarken, dış dünyaya çıktıklarında tüm vücutlarını kapatan özel bir koruyuyucu kıyafet giymek zorunda kalmışlardır.



Kendilerinden aşağı birer varlık olarak gördükleri ve tüm ağır işleri yüklenen köleler ise böyle bir korumadan uzak kalmışlardır. Savaşta kullanılan biyolojik silahların ve nükleer serpintilerin etkisinde yaşamaktadırlar. Bir kaç nesil içinde boyları kısalmış, çoğunun farklı yerlerinde deformasyonlar oluşmuş, saçları ve kılları seyrelmiş, renkleri koyulaşmıştır. Oligarşinin onlar için yaptığı barakalarda adeta hayvanlar gibi birarada kalabalık olarak yaşamaktadırlar. Geri kalanlar ise savaştan harap olmuş eski kent kalıntılarında yaşamaya çalışmaktadırlar. Tüm olanlardan doğa da nasibini almış, su kaynakları azalmış ve bitki örtüsü yerini kahverengi, soluk ve bodur bitkimsilere bırakmıştır. Temiz suyu ve havayı yalnızca korunaklı kapalı alanlarda yaşayan devlet yöneticileri ve zenginler kullanabilmektedir. Dışarısı ile bağlantısı tamamen kesilmiş çok büyük kapalı sitelerde yaşamaktadırlar. İçerde kendi bitkilerini yetiştirmekte ve kendi sularını arındırarak kullanmaktadırlar. Dışarda ise doğanın dengesinin değişmesiyle bitkiler eskisi gibi salınım yapamamakta, köleler için nefes almak korunaklı alanlardakilere göre iki kat zor olmaktadır. Temiz suya ulaşmayan köleler oligarşinin onlar için günlük dağıttığı sarımsı suları kullanmaktadırlar. Sistemi koruyan ve köleleri baskı altında çalışmaya zorlayan bir kuvvet sınıfı yetiştirilmektedir. Bu sınıfın mensupları doğdukları andan itibaren yoğun propaganda ve eğitime tutulup, özgür düşünme yetilerini kaybetmektedirler. Kuvvet mensupluğu babadan oğula geçmektedir...


teleks ve troleybüs

bu ikili ne zaman aklma gelse hüzünlenirim. ikisi de sanki devrik kral, unutulmuş yeşilçam oyuncusu gibidir. oysa ilk çıktıklarında ne de sükse yapmışlardı. kocaman teleks cihazını kullanan kişinin mutluluğunu, o cihaz üstündeki hakimiyetini düşünün. faks çıktıktan sonra demode kaldı teleks. troleybüs içinde aynısı geçerli, tramvay ve metro hatta metrobüsle yokoldu gitti. ayrıca artık ağızda bu kadar güzel ve oturaklı duran şeyler kullanmıyoruz. teleks ve troleybüs derken adeta insanoğlu olarak böyle cihazlar ürettik adlarını da bu kadar oturaklı koyduk gibi hissediyor, gururlanıyor insan.



teleks cihazı tüm haşmetiyle duruyor


troleybüs ise lastikli tramvay ve elektrik kablolu otobüs görünümünde

21 haziran, yaşasın en uzun gündüz


bugün bir 21 haziranı daha geride bıraktık. en uzun gündüz ve en kısa gece yaşandı bugün. zaten yılda dört gün var ki hastasıyım, yıllardır hep farkında olarak yaşadım o günleri. 21 haziran en uzun gündüz, 21 aralık en uzun gece ve 21 mart ile 23 eylül gece gündüz eşit günler. bugünün sabahı en uzun gündüzü yaşıcam diye kalktım yataktan. aslında dün güneş 20.05 de battıysa bugün de 20.07 de batmıştı. ama en uzun gündüzdü. sırf bu yüzden mutluydum. ara ara pencereye bakıp ne gün oldu be dedim. doyasıya yaşadım 21 haziranı. 21 aralık ise tam tersidir her zaman. 21 haziranın mutluluğu 21 aralıkta yerini en uzun gecenin karamsarlığına bırakır. o gün eve erkenden kaçarım dışarı çıkmaya mecbur kalırsam. yoksa adımımı atmam dışarıya. en uzun gece, nolur nolmaz riske girmemeli o gün, evde matemini tutmalı en iyisi. bunların yanında 21 marta birşey demem ama ezber bozan 23 eylülü garipserim. hepsi 21 iken neden eylül 23 dür? zaten en kısa ve uzun gün sıfatını kaptıran sadece günün eşitliğini alabilen eylül ayının bi çekememezliği midir acaba bu iş? tüm bunların yanına en büyük korkum gelecekte bir gün bilim adamları daha gelişmiş cihazlarla ölçümler yapar da artık en uzun günün yanlışlığını anladık aslında 21 haziran değil 10 temmuz olacak filan demeleridir. bir gün öyle olsa bile 21 haziran gözümde değişmeyecektir, hem bugün ne gün oldu be öyle yine..


piç rıza



piç rıza'yı canlandıran karakterin yabancı olduğunu küçüklüğümde anlayamamıştım. evet belki ağzı söylediklerine uymuyordu fakat o filmlerde kimsenin görüntüsü ve sesi tutmazdı ki zaten. bu sarışın, kıpır kıpır bıdık abimizin adının rıza olmadığını, robert widmark olduğunu öğrendim. tam piç robert mi kullanılsaydı filmlerde derken adının aslında alberto dell'acqua olduğunu keşfettim. piç de değildi üstelik. kendisi gibi oyuncu olan fernanda, arnaldo ve ottaviano adına kardeşleri var. bizim burda üç filmde oynamış : piç rıza olarak üç kağıtçılar ve baş belasını, pire mehmet karakteriyle de babanın evlatlarını çevirmiş. tam pire ve piç rollerin adamı alberto abimiz. kariyerinde dublörlük ve western oyunculuğu da var zati. nasıl geldi burda piyasaya girdi üç filmde oynadı sonrada nasıl geldiği gibi gitti anlayamıyorum. biz sevenlerini sevindirse tekrar dönüş yapsa. burda kesin bi diziye kapak atar. iyi de kazanır albertom.





bu arada 1976 da cüneyt arkın ve reza fazeli ile çevirdiği ''üç kağıtçılar'' filmi snatchin ve lock stock and two smoking barrelsin filan babasıdır, atasıdır. bu kadar da netim bu konuda.