tv kumandası

90'lı yılarda televizyon bir çocuk için eğlenebileceği, hatta uzmanlaşıp kendini çevreye kanıtlayabileceği bir aygıttı. tüplü tvl'erin kumandaları zırt pırt bozulur ben uyan kumandaları almak için kadıköye giderdim. kısa zamanda bu işte ustalaşıp grundig, telefunken, arçelik ve bekoları hangi kumanda cinslerinin kontrol edeceğini öğrenmiştim. akrabalar, ailenin eşi dostu, anane arkadaşlarının kumandası bozulursa hemen ben olaya el koyar uygun olanı onlar için alırdım.
bu işi kumanda alımından ileri götürüp ananemin yaşlı arkadaşarı için kablolu tvlerin kanal sırası düzenlemesi, karlı yayınları küçük ayarlarla giderme ve renk ayarlarına kadar götürdüm. elimin altında her türlü kumanda vardı. hatta kendime küçük bir çanta yapıp yardım istenilen ananemin yaşlı arkadaş evlerine bir uzman edasıyla gidip sorunları çözüyordum. onların gözünde bir mühendis gibiydim. maşallahlarıın ardından börek çörek ve çikolatalarla ödüllendiriliyordum yaşlı teyzeler tarafından. baş edemediğim televizyon yok gibiydi. yeri geldiğinde çift kumanda ile çalışır tüm kanallları ayarlardım. bir keresinde teletext ile loto sonuçlarını açıklayınca sayide teyze çok şaşırmıştı. o zamanlar teletext inertnet gibiydi.
ananemin yaşlı arkadaşlarının televizyonlarının kanallarını ayarladıkça elimdeki gücün farkına varmaya başlamıştım. ilk 10 kanala haber kanalı koyarsam onlar kendi aralarındaki toplaşmalarda güncel haberleri tartışıyorlar, başa müzik kanalları koyarsam müzik dinleyip müzik hakkında konuşuyorlardı. kumandalarım ile bu insanları manipüle edebiliyordum. hepsinin ilk 10 kanalını trt 2 yaptım ve anlamadılar. birkaç gün sonra ellerinden kitap düşmez olmuştu. hatta o yıllarda ananemin yazlıktan arkadaşı nükhet durunun yazlık televizyonunu bile ayarlamış, kanallları sıraya koymuştum. o zamanlar pek kanal yoktu, şimdiki çeşitliliğe sahip olsam kimbilir belki de yabancı müzik kanallarını öne alıp nükhet duruya elektronik müzik dinletir, ordan da türk pop müziğine yön verirdim. son zamanlardaki elektronik pop akımı belki de benim zamanında yapamadığımı gerçekleştiren kumandalı bir çocuğun marifetidir. bana bir insanın televizyon kumandasını verin, onu istediğiniz şeye dönüştüreyim..


meyhaneden çıktık!

saat gece yarısını epey geçmişti. ben, ceki çen, steven seagal, van damme ve çak norris elmadağ meyhanesinde kafaları çekiyorduk. aramızda ağzı kaymayan, cümlelerini düzgün kuran bir ceki çen kalmıştı. kalıbını gören iki birada devrilir sanırdı fakat sünger gibi emiyordu rakıları ceki, bana mısın demiyordu. van damme karşısında oturan çak norrisi eski set anılarıyla kitlemiş, steven seagal ise yeni tuvaletten dönmüştü. hesap ödenip meyhaneden çıkınca arabayla benim eve dönmeye karar verdik. arabayı ceki çen kullanacaktı. öne van damme geçerken ben arkada steven seagal ve çak norris abilerin ortasına oturmuş, küçücük kalmıştım. bu iki dev adam da alkol duvarını aşmış, belden aşağı espriler yapıp gülüyorlardı. derken ceki çen hızlanmaya başladı. alkolü alan bu hızlı abiler aksiyon arar olmuşlardı. vam damme bir anda camı açıp beline kadar sarktı ve kan kokusu arar oldu. bunu gören steven seagal beni sarsmaya ve naralar atmaya başladı. çak norris ise önce ''sakin olun beyler'' filan derken ardından o da bu curcunaya ortak olmuştu. cebinden bi ufak konyak çıkarıp elden ele döndürmeye başladı. etrafta kötü adam yoktu ve bu halimizle kötü adam biz oluyorduk. aralarında tek dayak yemeye müsait adam bendim ve bu farkındalık beni azıtmaktan alıkoyuyordu. hem ne yapabilirdim ki vam damme beline kadar uzandığı camdan arabanın üstüne çıkmış bağırıyor, ceki çen direksiyonu ayaklarıyla çeviriyor ve steven seagal ise bir elinde konyak şişesi yoldan geçen yayalara laf atıyordu. kimsenin bize dokunamayacağını biliyordum fakat yarın kalkınca pişmanlık duyacağımın farkında olup eğlenemiyordum. ardından çok kötü bişey oldu ve peşimize bir polis arabası takıldı. ben artık rahatlayacağımı düşünürken çak norris ''onları atlatmalıyız'' diye atıldı. arabanın tepesindeki van damme ise polisleri el hareketleriyle tahrik ediyordu. arabayı kullanan ceki çen ''eski şangay numarasını yapıcam'' dedi. arabayı yavaşlattı, kenara çekti. polis arkamızda durup arabadan indi, tam yanımıza gelirken ceki gazı kökledi ve bir anda kaçtık. ara sokaklara girerek izimizi kaybettirdik ve en sonunda bizim eve ulaştık.

 

 

eve gelmiş, herkese rahat ev tişörtleri ve şortları vermiştim. çoraptan kurtulan bu maceraperestler vantilatörün karşısına kurulmuş polisten nasıl kurtulduklarını birbirlerine ağız dolusu şevk ile anlatıyorlardı. ben ise misafirlerimi rahat ettirme derdindeydim. gecenin kahramanı ceki -eski şangay nuamrası ile bizi aynasızlardan kurtaran-  pileysiteyşinın karşısına geçmiş kendine rakip arıyordu. bunu gören jan kulod hemen diğer kolu eline alıp oyuna gömüldü. çak abi yine ''ortamın amına koymayın beyler'' diye müdahale etse de iş işten geçmişti artık. bu arada ceki mençistır, garantici van damme ise barcelonayı almıştı. ben tam rahatlamışken çak abi beni sigara ve kırmızı tuborg almak için bakkala yolladı. sarhoş bir çak norrise hayır gidemem diyemedim. üstümü giydim çıktım. polis aklımdan tamamen çıkmıştı. alışverişi tamamladığımda ensemde bitip beni merkeze götürdüler. ne kadar çak norris, steven seagal, van damme ve ceki çen bizde desem de inanmadılar. derdimi anlatana kadar tüm yıldızlar evimden gitmiş, sırra kadem basmışlardı. geride kalanlar ise jankulod van damme ın bıraktığı bol osuruk kokulu şort, ceki çenin yine boyuna bakmadan sıçtığı tuvalette gitmemiş bok, -herşeye rağmen- steven seagal abinin uyuduğu yatağı toplaması ve çak norrisin teşekkürler notu idi.



hardcore berber hasan ağabey

üniversite ve işsizlik yıllarını geride bırakırken artık uzun saçlarıma ve kendi saç kesme serüvenime veda ediyordum. 7 yıldır uğramadığım mahalle berberi hasan ağabey ile yine yollarımız kesişti. bir iki berber sohbetinden sonra aramızdan yine su sızmaz oldu. memleket nere, askerlik nerede yapıldı sorularından sonra beni hatırladı. çünkü berber hasan abinin hafızası farklı çalışıyor, bilgileri farklı depoluyordu. memleket ve askerlik yerleri filtreledikten sonra beni kusursuz bir şekilde hatırladı hatta ''enseler natürel mi olsun yine'' dedi. ''olsun'' dedim bende. saç kesildi ardından en zorlu kısım saç yıkama ve hasan abi tarzı beyin masajına geldi. evet beyin masajı. kulaklara, alına ve şakaklara bir kombo... hasan abi saçı kestikten sonra ensenin iyi olduğundan emin olmak üzere uzun süre ayna tutar, ben ''evet abi olmuş'' demedikten sorna indirmezdi o aynayı. ben indirmesin isterdim. çünkü bilirdim ki indirdikten sonra saçımı yıkayacak, saçımı yıkarken işinin ehli olmanın getirisiyle kulak içlerimi ve kulakçık dışlarımı koca parmaklarıyla temizleyecek, alınma ve şakağıma güç denemesi yaparcasına masaj yapacaktı. bir gariptir traş sonrası erkeğin diğer erkeğin kafasını yıkaması, ensesine, alnına, şakaklarına masaj yapması kulağının o en mahrem iç yerlerini temizlemesi. ancak bir anne yavrusunun bu kadar temiz olmasını ister kulak içlerine kadar.. hasan abinin de elinin ayarı yoktu. gerek yok desem de kulaklarıma, alnıma, şakaklarıma girişiyordu hasan abi çiğ köfte yoğurur gibi. ardından berber jölesini de yedirip beni çok çapkın saç modelleriyle başbaşa bırakıyordu. 3 sokak öte evime gidene kadar hem berber jölesi kokusundan hem de o iddalı saç şeklimden utanırdım. gerçi beyin masajından sonra kendime gelmem de eve gidesiye kadar temiz hava almamı gerekitiryordu. yılda 4 defa hasan abinin dükkanına gideceğimi bilmek düşündürüyor beni artık.


dinle küçük adam

evet ben o küçük garsonum. çalımımı gören krallara lordlara yemek servis ediyorum sanır. oysa taşıdığım iki lahmacun bi açık ayran. hem ben istemez miydim karamazovların evinde uşak olmayı. maaş yattı yatmadı, kalacak yer, işten atılma derdi yok. beyimin derdine tasasına da ortak olurdum gül gibi yaşar giderdim, hiç değilse birey olduğumu hissederek. ama gelin görün ki 700 lira artı ssk ya yeşil ettiler beni. her gün boynumu büküp koşturuyorum ordan oraya.


kol saati

ilk iş görüşmesine de saatsiz gidilmezdi ki. dakik olmak lazımdı. zaten alışılmadık takım elbise sıkıntısı varken sürekli cep telefonunu çıkarıp saate bakmak zor olacaktı. üstelik gördüğü tüm takım elbiseli insanların saati vardı, aksesuardı bir yerde. ama gelin görün ki evdeki tek kol saati uzaktan kumanda görevi de görebilen liseden kalma dijital casio ydu. yanlış anlaşılmasın olay kişisel değildi. ışığı, dünya saatleri ve kronometresi olan casio sunu çok seviyordu fakat klasik bir kol saati lazımdı. arkadaşlarına soruşturdu ama herkesde casio vardı! hatta telefonda ''seninkinin uzaktan tv açma modu var mı'' diye sordu birine. casio saatlerin sidik yarıştırıldığı o eski okul günlerine dönmüştü. kendi casiosunun tv açanlardan olması istisnasız her zaman çevreden takdir toplardı. en sonunda dayısı ona bir kol saati bulduğu haberini verdi. rahatlamıştı. fakat saat pek düşündüğü gibi çıkmadı. ipragaz promosyonu klasik ve basit bir kol saatiydi. neden ipragaz dedi önce kendine sonra dayısına. başka saat olmadığı cevabını alınca çaresizlikten ipragaz promosyon saati alıp evine döndü. yarın sabah görüşmelere gidecekti ve başka yerden başka bir kol saati ayarlayamayacaktı. saatin içi beyaz zemin üzerinde mavi flu ipragaz yazısı ile örülmüştü. uzaktan belli olmuyordu pek. sanki insanı takıp takmamak konusunda kararsız bıraksın diye üretilmişti. ne çok belli ne de çok belirsizdi ipragaz yazıları. acaba takmalı mıydı? saat sadeydi, fena değildi. ama ya ipragaz yazısını anlaşılırsa diye de çekiniyordu. fakat ne olacaktı ki ipragaz yazsa? yok yok insanlar saçının tarayışından dolayı işe alınmıyorlardı. ipragaz promosyon saati çok tehlikeliydi, vazgeçti. bir süre sonra ise takmaya karar verdi. ''orda herkesin saati olacak, benim de bir kol saatine ihtiyacım var ve bu farkedilmiyor'' dedi kendi kendine.


görüşmeye gideceği sabah jilet gibi olmuştu. saatini biraz isteksiz taktı koluna. başkası bilmese bile o biliyordu ipragaz saatini. hatta kafasına ipragazın sokaklarda tüp satan kamyonetlerindeki müzik takılmıştı.


görüşme yerinde insanların yüzlerinden önce ilk olarak saatlerine bakıyordu. büyüklerdi, gösterişlilerdi. hatta kendi kolundakinin iki katı kadar olanları bile vardı. ''olsun benimki sade aynen benim gibi'' diye telkinlerde bulundu kendine. kendilerini görüşmenin yapılacağı yere götüren insanların da koca koca saatleri vardı. bina içinde yükseklere çıktıkça, mevkiler yükseldikçe saatlerin büyüdüğünü farketti. daha önce hiç bu kadar büyük saatler görmemişti. kimisinin içinde gün, ay göstergesi hatta ayın evreleri bile vardı. kafasında ipragaz cingılı, kolunda ipragaz promosyonlu saati ile kendine güveni tamamen gitmişti. gözü herkesin koca saatlerindeydi. acaba onların arkalarında da gizli marka hologramları var mı diye düşünüp dikkat ediyordu. keşke bizim yağ veya omo promosyonu kol saati takan biri daha olsaydı, içi rahatlardı o zaman.
malesef hiç bir varlık gösteremedi, kafası allak bullak olmuştu. görüşme bitti ve ''sizin bir sorunuz var mı'' dedi karşı taraf. bir an boş bulundu ve ''aranızda kol saati televizyon açabilen var mı? benim bir tane vardı ama evde, bu asıl saatim değil'' dedi.


ben insanlığı seviyorum fakat

ben insanlığı seviyorum. fakat insanlığı topyekün sevdiğim kadar, insanları tek tek sevemiyorum. ben kendimi insanlığa vakfetmeyi, bu uğurda mücadeleye girişmeyi düşünürdüm. fakat tecrübe ile bilirim ki başkası ile bir odada iki gün bile yaşayamam. ne yapayım, birinin bana yaklaştığını duyunca tiksiniyor ve hürriyetimin kaybolduğunu duyuyorum. yirmi dört saat içinde kiminden sofrada çok kaldığı, kiminden nezleli olduğu için kaçarım. insanlığın aşıkı olan ben, insanlarla temasa geldiğim dakikadan itibaren onların düşmanı kesiliyorum. şu tezada bakınız ki insanlardan nefretim çoğaldıkça insanlara karşı aşkım, bağlarım, fedakarlığım artıyor. bu ne haldir?

-çok evvel tanıdığım zeki ve çok bilgili bir doktor

masaüstü temizlik sihirbazı

 ben hatırlamıyorum ama geçenlerde sarhoşken masaüstü temizlik sihirbazına ''adını duyan bişey sanır ama bi sike yaramıyosun'' demişim, dalga geçmişim. sabah uyanınca bilgisayarı açtım bi yavaş açılmalar, bi isteksizlik tüm öğelerde. hemen denetim masasına sordum ''ne oluyor sen bilirsin muhtar'' diye. böyle böyle dedi, anlattı masaüstü temizlik sihirbazının kalbini kırmışmışım, aslında kullanmayı bilen için bulunmaz bir nimetmiş o filan. yerinden kalkmış gitmiş başka bi klasörün içine girmiş, bulamıyorum. denetim masası ''ben karışmam abi'' dedi. bunun üzerine hatalı olduğumun farkına varıp özür dilemeye karar verdim. saklandığı yeri bulmak için doğruca arama bölümüne gittim ki ne göreyim, işi bırakmış gitmiş arama da. biraz sinirlendim tabi ''sizi bana sayıyla mı verdiler ibneler dedim, istesem bi formatı basarım hepinizi uçururum, size fazla yüz verdim hep benim kabahatim'' diye bağırdım. ama masaüstünde yeller esiyordu. ses bile bana tavır almış klik kliklemiyordu ben dolaşırken. tekrar denetim masasına gidiyordum ki adını ile unuttuğum windows kataloğunu gördüm yolda. sıkıştırdım biraz. ''nerde bu ibneler, anarşik mi oldunuz lan yakarım buraları'' dedim. korktu sindi. abi dedi ''hepsi system32 nin içine gitti, ama daha anlatamam'' dedi. ''anlatırsam beni silerler'' dedi. ''anlatmazsan da ben silerim'' diye yapıştırdım. üstünde sağ tıklayıp sil'in üstünde beklettim ikonu. ''tamam tamam'' dedi, ''anlatıcam''. meğerse bunlar son zamanlarda benim sarhoşluğumdan, yüklediğim angaryalardan bıkmışlar. ne bir ram ilave ediyormuşum ne de içeri kaçan tozları temizliyormuşum. böyle gitmezmiş. en güvendiğim, eski sırdaşım bilgisayarım önderliğinde system32 nin içine girmişler beni devirme planları yapıyolarmış. sinirden bir anda windows kataloğunu siliverdim. anlamıştım katliam yapılacaktı. ama format ile birden değil. hepsini saklandıkları yerde bulup tek tek silecektim. gücümü anlayacaklardı. fakat windows kataloğunu silişimi nasıl olduysa hemen duymuşlar, system32 den başka bir yerlere kaçmışlardı. onlar beni alt etmeden ben onlara formatı basacaktım ki cd-rom un açılmadığını farkettim. geç kalmıştım. devrim ateşi yakılmıştı. artık mouse ikonunu bile zor kontrol ediyordum. birer birer kaybettim her şeyi. en sonunda denetim masası da gitti ve mavi ekran verdiler bana. artık açılmıyor bilgisayarım.