yadigar, ünal, aydın ağabeyler


bu adamların ismini az kişi bilse de fotoğraflarını görünce hemen herkes tanır onları. evde televizyonu olup da onları filmlerini izlememiş bir kişi yoktur. 70'li 80'li yıllarda özellikle kemal sunal filmlerinde yan rol oyuncusu, ''iri'', ''kaba'' ve ''adamın kemiklerini kıran'' yadigar ejder ve ünal gürel. kemal sunal bu dev adamları türlü oyunlarla alt eder, onlar da hem sinirli hem de hafif kıt halleriyle bizleri güldürürlerdi. bence işin zor tarafı onlara kalıyordu. kocaman bir adam olmak ve alt edilen tarafı oynamak.
 


yadigar abinin oynadığı film sayısı 100ü geçmiştir. ev kirasını ödeyemediği için evinden çıkarılmış, geceyi geçirmek için taksim parkına gitmiş, bir bankın üzerinde donarak ölmüştür. aslında öldürülmüştür. hem de bu olay uzak bir tarihte değil 1992de olmuştur. yani götü osuruklu recep eğlencelerinin, mehmet ali sapkın-garip-komedisinin, vatan sevgisinin garip bir şekilde enjekte edildiği 3. sınıf komedi filmlerinin, çılgın dersanelerin, desterelerin, bir garip yozlaşmış, uzaklaşmış yeni sinema olmayan sinemanın yalnızca 10-15 yıl uzağında olmuştur. terazinin bu denli bozuk olması şaşırtıcı değil aslında. 1990 öncesi komedi filmeri halkın dertlerini yansıtır, protest bir tavır takınırdı: 1950'lerden itibaren yaşanan köyden kente göç çoğu filmde incelendi. kırsalın şehre yabancılaşması inceden inceye güldüre güldüre verildi. köy ağalarına şehir kabadayılarına karşı sonunda kazanan hep sıradan vatandaş oldu. küçük esnafın hayatı yansıtıldı, sokağımızda olan biten ''gerçek''ler anlatıldı. çöpçülerin kral olabileceğini kimse bilmezdi. ardından 80'lere gelindi. bu sefer köşe dönmecisi, deli bürokrasisi, kodaman devlet büyükleri, zamlar eleştirildi. halk delirdi çıplak vatandaş oldu sokaklarda koşturdu, kirasını ödeyemedi parklara çadırlar kurdu. 1985 yılında kdv geldi, ardından kdv şaban.




bu eleştirisel bakış her şeyin garipleştiği 2000'lerde yerini tam ters olarak temelden bozuk, kalitesiz, zenginlik özentisi ne şiş yansın ne kebap durumuna soktu. önceki dönem gibi artık kazanan sıradan vatandaş değildi, bu kesindi. yukarda sayılan tüm bizliğe karşı bu sefer komedi filmleri görmediklerimizin hayatını taşıdı. lüksün içinde osuran adamlara güldürdü, milliyetçilik ve dinciliği de işin içine sokup bir model yarattı. bu model ile lise öğrencileriyle doldurduğu sinema salonlarında kendi propagandasını yaptı, yapıyor. yadigar abi ev kirasını ödeyemeyip evinden olurken aynı topraklardan çıkan başka biri ucuz kelime esprileriyle, osuruklarıyla 100 tane ev alacak kadar kazanıyor. bu da sanat, sinema oluyor.

insanların içi acıyor mu bilmiyorum ama yadigar ejder, aydın babaoğlu, sami hazinses gibi çoğu emektarın ya sokağa ya huzurevine atılan hayatlarının onda biri kadar çabalamadan onların tahtına çıkan bu götü boklu, ağzı tükürüklü yeni sinema ağalarını görünce olmuyor işte diyorum. olmuyor, bu ülkede diğer birçok şey olmadığı gibi sinemanın büyüsü de osuruklar, kusmuklar altında boğuluyor.

son duyumlara göre emekliliğin tadını çıkaran süper kahramanlardan flash gordon bayraklı mahallesi muhtar adayı olacakmış. küçüklüğünden beri hep muhtar olmak istediğini söyleyen gordon sözlerini ''sonunda içimde kalan bu aşkı sevgili bayraklı ahalisinin desteği ile yaşayacağıma ve onlara layık olacağıma inanıyorum'' diye bitirdi.


kaptan amerika ise milliyetçi hareketin yükselen değeri olacağını vurgulamış. milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan şu günlerde tek bayrak-tek tayt formülü ile yola çıkan kaptan amerika oldukça iddalı.

bbg st. petersburg

lginç bir rüya gördüm. rüyamda biri bizi gözetliyor yarışması 19. yy.'ın ortalarında st. petersburgda yapılıyordu. devamı ise şöyleydi:
-ilk gün yarışmacılar büyük bir heyecan içinde avludan bbg evine doğru birer birer alınıyorlardı. İçeri ilk olarak 4. dereceden devlet memuru piyotr nicic girmişti. yassı ve küçük bir burnu olan, yer yer kırlaşmış saçlarını ve ağlamaklı ifadesini gören bu adam çok acı çekmiş derdi. oysa ki piyotr nicic eğlencesine düşkün, son derece savurgan bir adamdı. haftasonları dairedeki arkadaşlarıyla partiler verir, kırmızı şarabı çok severdi. maddi durumu ne çok iyi ne de çok kötüydü, şarap kadehi dolduğu sürece onun için her şey güzeldi.

-piyotr nicic'in ardından eve çiçiforko girmişti. çiçiforko yoksul bir ailenin en küçük oğluydu. diğer iki abisi gibi erken yaşta çalışmaya başlamış fakat sonraları şansı yaver gitmiş, biriktirdiği parasıyla üniversiteye girebilmişti. üniversitede fransız eserleri çevirerek para kazanmaya çalışan bu genç adam şaşılacak derece atletik ve girişkendi. tuttuğunu koparırdı.

-iki adamın ardından avluda beliren aksinya potic alımlı bir kırmızı elbise giymişti. 40 yaşını deviren bu dilberi gören en fazla 30 derdi. hayattan zevk almasını bilen, eğlenceye düşkün bir kadındı. katıldığı partilerde erkeklerin bakışları hep üzerinde olurdu aksinya potic'in. onlarla bir yavru kedi gibi oynar, en ummadıkları zamanda ortada bırakırdı. bu kadının ruhuna şeytan eli değmişti.

-ardından eve yarışmanın ilk yabancısı alman aristokrat ve maceraseverliği ile tanınan baron şöhlenberg girmişti. ladoga gölünün kıyısında on yıl önce aldığı çiftliği ile ihtiyarlık zamanları çok ilgilenir, yılın 6 ayını çok sevdiği çiftliğinde geçirirdi baron. yarışmaya katılma kararı üzerine kibirli karısı baygınlıklar geçirmiş, ne yaptıysa maceraperest baronu caydıramamıştı.

-baronun ardından eve giren alyoşa bir açşı yamağı idi. henüz 20li yaşlarında olan alyoşa'nın suratına bakan saf, meleklere özgü bir masumluk bulurdu. incecik sesi, çıtkırıldım halleri ile insan ona hem acır hem de severdi. büyük bir konakta 2 göbektir aşçılık yapan ailesinin yanında huzurlu ve gösterişsiz bir hayat süren genç kadın yarışmaya katılıp hayatının aşkını bulacağını düşünüyordu.

-içeri son olarak yakışıklı bir fransız olan de griers girdi. yılın birkaç ayı rusyada, birkaç ay almanyada veya italya'da olan çapkın ve hovarda de griers hayatı yaşamasını bilenlerdendi. kumar tutkusu ve dillere destan şansı onu avrupada ünlendirmişti bile diyebiliriz. uzun saçları, sivri çenesi ve keskin bakışlarıyla zengin soylu ailelerin kızlarını kendine aşık edip kumar oynamak bu adamın elinden gelen en iyi şeydi.

-herkesin eve girmesiyle piyotr nicic, baron şöhlenberg ve aksinya potic kahyalarının yarışmada yanlarında olamamasından dolayı büyük sıkıntı çektiler. yemek sırası kendilerine gelince mızmızlandılar fakat büyük ödül için yarışmaya devam etmeleri gerekiyordu. diğerleri için zaten değişen birşey yoktu aksine çiçiforko sefil evinden bu sıcacık prodüksiyon evine gelidği için mutluydu. üstelik gün geçtikçe halk desteğini de arkasına alıyordu.

evde kavgalar da olmuyor değildi, de griers'in vurdumduymazlığı piyotr nocic'i sinirlendiriyor, arkasından olur olmaz konuşup ''ne olacak kendini beğenmiş klasik bir fransız'' diyordu onun için. de griers ise oralı olmuyor bakışlarını aksinya poticin üstünden alamıyordu.

-bir sabah aksinya poticin kendi yemek sırası için hazırladığı tatlı alabalık yanınca kokusu neredeyse 10 verste yayılmış bunu duyan alyoşa aşçılık meziyetlerini göstererek aksinya potice yardım etmişti. bunu gururuna yediremeyen aksinya ise ''ne olacak, yalnızca yemek yapmaktan anlayan bayağı bir köylü'' diye alyoşanın kalbini kırmış, alyoşa bunun üzerine oylarını yükseltmişti.

-hep beraber yedikleri tatlı alabalık, dağ çileği ve meşe şarabının ardından piposunu yakan piyotr nicic, çiçiforko ile poker hakkında konuşuyor, de griers aksinya potic'i övgülere boğuyordu. baron şöhlenberg ise ilk görüşte kanının kaynadığı güzel alyoşaya piyano başında ders veriyordu.

-tüm bu güzel manzara rus general ludovksi'nin kaybolan çarlık otoritesini yeniden sağlamak içün yönetime le koymasıyla bir anda kesilmiş, bbg petersburg yayından kaldırılmıştı.

futbolcuyum bug'ı

çoğumuz bir süre eğitim sistemimizin olmazsa olmazı dersanelere bulaşıyoruz ister istemez. dersane zamanı ise özgürlüğün ne kadar güzel olduğu anlaşılıyor iyiyice. çünkü sıkı bir denetim ve baskı var. özellikle son saatler erken çıkmanın değeri öyle büyük oluyordu ki bazen. işte bu durumlarda benim kullandığım ve 3 dersanenin 2sinde rahat, birince zorlukla işe yaramış yöntemden bahsedicem. öncelikle bu yalan eğer dersanenin haşarı ve tanınanı rolüne girmediyseniz işe yarayacaktır. diğer durumda inandırıcılığınızı kaybedeceksiniz. sınıfın çok sesi çıkan, espri makinası, hocalarla hep laf yarıştıran, seven sevilen adamı olmamak lazım. ikinci olarak futbolcu olduğunuzu söylediğiniz yalan üzerine sizi dışarı salacak adam soru soracaktır. önceden kulüp adı, antreman-maç sıklığı ve mevki seçin kendinize. benim kulübüm göztepe gençlikti. orta sahada göbekte oynuyodum. ve genelde antremanları ayarlayabilsem bile maç olduğu günler erken çıkmalıydım. yani iyi niyetliydim antreamnımı yakıyodum istikbalim için. çok işe yaradı bu yalan. buna karşı tanınan ve dersane hocalarının takıldığı eleman olsaydım hiç bi yalanımı yutmayacaklardı. bu şekilde erken çıkmak büyük bir haz veriyor insana, hem de arada hoca maçlar nasıl, kaçıncısınız diye sorunca evde oynadığım menajerlik oyunundaki durumu söylüyordum, eğleniyordum. bu işteki tek sıkıntı eve, veliye sormaları. onu da bi şekilde abi- abla kuzen ile çözmek lazım.



70'leri seviyoruz


sinebeşe çok kırgınım

televizyonun televizyon olduğu zamanlar bu ibneler oraya da ayrımcılığı taşıdılar. oysa ki televizyon antenle çalışan standart bişeydi, televizyon yayını havada dolaşırdı bedavadan, su gibi hava gibi. her şey ortak ve eşitti. burdan ilk sinebeş yönetimine sesleniyorum: değer miydi abilerim böylesine büyülü bir kutuyu para için bozmaya. ilk 5 dakikadan sonra ''paranız yok lan sizin, kapıyorum'' diye suratımıza bozuk görüntü vurmaya. bari ayrı bi sistem olaydı da hiç görüntü olmasaydı. sizin yüzünüzden şok tarafından kandırıldık deodorantla dekod etmeye çalıştık ekranımızı. bak şimdi çükten bi kanal oldunuz çıktınız. nooldu onca şatafat, onca dekoder? vebaliniz çok büyük lan, çok kalp kırdınız. büyüyünce çok zengin olcam sinebeşi satın alcam sonra kapıcam.

b planına geçiyoruz

yeni yıl ile usulca giydirilen zamlar ile kıpkırmızı tuborgumun 3.40, tombul şişeciğimin de 2.60 olduğunu öğrendikten sonra artık bu ülkede normal yollardan çalışıp didinmek, zamlara yetişebilmek için emeğimi o kapı bu kapı pazarlamaya çalışmak istemiyorum. bu yüzden uzunca bir süredir düşündüğüm çok gizli planımı devreye sokmaya karar verdim. amacım küçük bir dünyayı ele geçirme olayı. fakat tüm dünya değil, daha küçük çapta. bu iş için 2 tane daha ortağa ihtiyacım var çünkü masraflar 3e bölüşülünce rahatlıcam. öncelikle bu çok gizli faaliyetimizi sürdürmek için gözlerden uzak, izbe bir apartman dairesi kiralancak. kadıköyde bikaç yer baktım bugün, elektriği suyu bide internetiyle 3kişi tutuldu mu adam başı 500lira gibi bişey. ama kazanacağımız şey için değer! bunun yanında dünyayı ele geçirme faaliyetim için çok gelişmiş bilgisayarlara da ihtiyacımız olcak. bu yüzden gelen yanına kasasını da alcak, çift çekirdekli filan olursa yararımıza, bende fazladan 15 inç monitör var taşıyamam derse biri. bunu da hallettikten sonra işin en zorlu kısmı bi şekilde üç tane roket ayarlayıp bunları londra, paris ve los encılısa doğrultmak. (bu detayı daha sonra konuşcaz*) ondan sonrası çocuk oyuncağı, ingiltere, fransa ve amerika hükümetlerine internet üzerinden ulaşıp şantaj yapıcaz. hayatımızın sonuna kadar adam başı 3000 lira maaş + ssk primlerimiz. taleplerimiz düşük olduğu için bu yabancı hükümetler bizle direk pazarlık edecekler.  son olarak herkes yanında iki çift siyah çorap, iki çift iç çamaşırı, siyah pantolon ve gömlek getircek. may the force be with you!

* e-bay'de satılan 18 megatonluk nükleer başlık olabilir: 


2015



mart mcfly ın 2015i bize göstermesi üzerine her sene o tarihe yaklaşmak, yaklaşıldığı hale hala elle tutulur bi uçan arabamızın, kendi kendine küçülen ceketimizin ve hovırkraftımızın olmaması beni endişelere sokuyor. artık takvimler 2010u gösteriyor, 5 sene kaldı diyorum. artık belediye mi el atçak birleşmiş milletler mi bilemiyorum. ayıptır 2010 geldi hala herşey yerde. kadıköye meydana iniyorum boğa heykeli yerde hala barbar toplumlar gibi. şunun ayağını yerden kesin havada süzülsün. efendime söyliyeyim uçan metrobüsüydü, otobüsüydü. 2010a geldiysek bunlar şart. tabi hep kötülemek olmaz bunların dışında gelecek olayını kablosuz klavye-mouse ve el çırpınca yanan ışıklarla yakaladık. onlara lafım yok ama şu yerden kesilsek ve en önemlisi hizmet sektörüne robotuydu androidiydi soksak herşey çiçek gibi olacak.