krang'a açık mektup


sevgili krang
bunca yıldır kötüler dünyası birleşememiş, türlü sıkıntılar yaşanmıştır. oysaki bir çok kötünün eline sendeki fırsatların, teknolojinin 10 da biri geçeydi afedersin şimdi dünyayı skertmişti. teknodrom gibi über bi cihaza sahipsin ama şıreydır, rasktedi ve bibap gibi adamlarla bu iş olmadı, olmayacak. ekipte bir revizyon şart. piyasada bu kadar işsiz mühendisi kimyageri varken önce onları bi istihdam edeceksin teknodroma. sonra bir iki yıldız transfer lazım, mesela darth vader, joker, iskeletor, freddy krueger çocuklara hitap etmek için gargamel. teknodromda hepinize yetecek kadar yer var. bak sonra ninja kaplumbağası mı kalıyo düzenli ordusu mu.

gözlerinden öperim


müşteri memnuniyeti için ses kaydı

birçok destek hattında müşteri memnuniyeti için sesimiz kayıt altına alınıyor. özellikle bankalarda oluyor bu olay. fakat bu uyarıyı alınca bende bişeyler ters gitmeye başlıyo. karşıma gelen yetkiliye ''bankanız sonraki hedefimizdir hepiniz yok olacaksınız'' filan diyip hemen telefonu kapamak geliyo içimden. garip bi sadistlik. sanırım sesinizi kaydedioruz demelerinden sonra gollum gibi iyi-kötü savaşı verir oluyorum.


otobüs manifestosu

toplu taşınanlar olarak artık gerçeklerle yüzleşmemiz gerekiyor. ne otobüs ne metrobüs bu çileyi dindirebilmiş değildir. istanbulda bir hayalet dolaşıyor, ulaşım hayaleti. artık tüm otobüslerin çift katlı olması lazım. en önemli reformlardan birisi ise mavi otobüslerde girişte asılı duran ''oturan 34 kişi, ayakta 66'' kişi levhasının kaldırılması. çünkü oturan 34 bile olsa ayakta maksimum 66 kişi olsak bu kadar acı çekmeyeceğiz. çoğu otobüs 66 kişi ayakta yolcu sınırını aşıyor. mutlu halde başladığımız yolculuklarımız mutsuz ve sıkıntılı bitiyor. enerjimizi emiyor aşırı kalabalık otobüsler. kaç bin kişinin günde bu sıkıntıyı yaşadığını hesaplarsak büyük bir toplumsal refah kaybı söz konusu. bunu yanında iğneyi biraz da kendimize batırmamız gerek. ''tehlike anında camı kırınız'' çekiçlerini kim NEDEN çalıyor? yoksa bizim bu kadar kalabalık yolculuk etmemizin nedeni çalınan bu çekiçler sonucunda personelin bize, karşı saldırısı, bir çeşit cezalandırması mıdır ?

mısır valisi diyince akla..

kavalalı mehmet ali paşaya büyük saygı duyarım. eğer valilerin kralı varsa o da mehmet ali paşadır. sen kalk mısır valiliğinden osmanlıyı fethetmeye oyna. ben risk oynarken bu kadar yayılmacı politika izlemiyorum yahu! paşam koskoca mısırın bir numaralı adamı olmuş ama yetmemiş. tabi bunda osmanlının ona yardımları karşılığında vaad ettiği toprakları vermemesi var ama bu kadar da kafası atmamalıydı bence paşanın. bunun yanında az güvenilir kaynaklardan aldığım duyumlara göre işin aslı farklıymış. paşa bi akşam sarayın ileri gelenleri ile içerken fena gazlamış yancılar onu. aman kavalalı paşa sadece vali olarak kalamazmış, şöyle kralların kralı olmalıymış böyle kaplanmış diye adamı hırs küpüne çevirmişler. bi yerden sonra o da insan tabi, çekmiş kılıcını ve andını içmiş '' yarından tizi yok alıyoruz çocuklar osmanlıyı ordan ver elini frenkistan!'' diye. yancılar bunun üstüne alkış kıyamet koparmışlar. paşa sabah uyandığında bi daha bu kadar çok içmicem demiş ve geceki vaadlerinden dönmeyi kendine yakıştıramayacağından böyle bi maceranın içinde buluvermiş kendini. ama bunların hiç biri doğru değil. anlatmak istediğim asıl nokta mısırda servet ve refah içinde misler gibi yaşamak varken niyeydi be paşam? bu kadar öfke değer miydi? zaten şu hayatta bi kavalalı mehmet ali paşanın isyanını bi rusların sıcak denizlere inme takıntısını bir de narnianın filminde küçücük çocukların yarı at yarı insan koskocaman kaslı savaşçıları çük kadar kılıçlarıyla kesmelerini ve zafer kazanmalarını anlayamıyorum ama şimdi bu tamamen ayrı olarak ele alınması gereken bi konu.



zaman nedir ?

bugün watchmen motion comics in 4. bölümünü izledim yani dr. manhattan'ın hayatını anlatan ve bizi zaman kavramı üzerinde düşündüren bölüm. ve yine bizden çok uzak yıldızların görüntülerinin sanki eski bir fotoğraf gibi bize geç ulaşması büyüsü belirtildi orda. bazen tek başıma gece yürürken yıldızları görüp düşünürm, belki bana görünen yıldız o anda orda yok fakat ben onun bize geç ulaşan görüntüsünü izliyorumdur hala. bu açıdan zaman kavramının ne kadar tuhaf birşey olduğunu hatırlarım tekrar. bugün bir arkadşımla oturuyodum sahilde. onun var olduğu an ile bana görünüp benim onu algıladığım an arasında fark var. belki saniyednin 0.00001 i filan, ama fark var aynısını göremiyorum o anda orda olanın. sonra odak noktamı onun suratından uzakta ve arkada uzanan adalara çevirdim. onlar bana arkadaşımdan daha uzaktılar ve onları da 0.00002 saniye gibi geç algılıyordum. o sırada yanağıma vuran güneş ışınları ise hemen hemen 8 dakika gecikmeyle ulaşıyorlardı bana. merkez noktası ben isem etraftaki herşeyin görüntüsü birbirinden farklı zamanlarda benim etrafımda bana görünüyorlardı. etraftaki tüm insanlar farklı uzaklıkta oldukları için her şey onlara benimki kadar uzak değildi ve onlarda bazı şeyleri benden geç veya erken görüyorlardı. bunu düşününce içimi müthiş bir huzursuzluk kapladı. aklıma dr. manhattan gelmişti. gerçek bile deildi, bir süper kahramandı fakat işaret ettiği nokta harikaydı. atomlar üstünde kontrol yeteneği vardı fakat onları kontrol etmekten kaçınıyordu. mesela bir kişiyi istediği yere ışınlayabilir kendisi marsa anında gidebilrdi. fakat ona göre zaman geçmiş ve gelecek ile ''bir'' di, ve olmuş ile olacak zaten olmuş bitmişti. yani geçmiş kadar gelecek de olmuştu. kaderciliğe benzese de bir yandan ondan ayrılıyordu bu bakış. bende bugün zaman kavramı üzerine düşününce bu bakış açısının ne kadar doğru olduğunu düşündüm. çünkü zaman dediğimiz o an içinde hem yakınımdaki şimdiyi hemde yıldızların geçmişini aynı anda yaşıyordum. veya başka bir deyişle yıldızların şimdisini ve yakınımın geleceğini. diyeceğim geçmiş, yaşanılan ve gelecek hepsi iç içe aynı zamanda olabiliyor etrafa bakınıca, bu haliyle zaman nedir ki ?



Şey

monitörümden gurur duyuyorum. iddia ediyorum ki civarda benim monitörümden daha eski, daha büyük bir monitör yoktur. hani ilk bilgisayarlar bir odayı dolduran büyüklüktelermiş ya benimki de o kadar! bunda odamın küçük olmasının etkisi var fakat kapıdan içeri girenin bu mönitörü farketmemesi olanaksız, en dikkat çekici şey o. çünkü bir 'şey' gibi. öyle ki ilk görenler bir kaç saniye onun monitör olduğunu anlayamıyorlar. kocaman beyaz dev bir kutu gibi,arkası o kadar uzun ki tüm odanın şekli önce onun konumlanacağı yere göre düzenleniyor. o konuluyor, sonra diğer eşyalar etrafında sığıştıkları yerlerde duruyorlar. şimdinin o ince ekranları, düz ekranları o kadar kibirli, samimiyetsiz ve ruhsuzlarki. oysa benim montiörüm beni anlıyor, yalnızlığımı paylaşmak istercesine renk oyunları yapıyor beni eğlesin diye. bir şey yazarken aklıma gelmeyen kelimeleri hatırlatıyor bir köşede beliriveriyorlar, kimi zaman da oyun oynarken düşmanın ateş ettiği yerleri parlatarak yardımcı oluyor bana eğer göremezsem. bende onu siliyorum, parlatıyorum koca cüssesini, ekranını. bazen sarhoşken canım kardeşim gel öpüjem diyip öpüveriyorum.bizimkisi böyle bir kardeşlik, böyle bir kader ortaklığı.