tüm şehrin kalabalıklığına karşı otobüste evinize dönerken nick drake dinlerseniz herşeyden uzaklaştırır sizi. yağmurlu ve havanın kapalı olduğu ev günlerinde, sıkıcı ve yalnız akşamlarda dinlersiniz kurtarır sizi. kendi kabunuğuza çekilmek isterseniz tek eşlikçi nick drake dir. bugün intiharı üzerinden 35 yıl geçti. 1974 üzerinden 35 yıl geçti. bugün yine ''a skin too few'' izlendi, ''day is done'' dinlendi. ağlamaklı olundu dünyaya gelmiş en başarılı en utangaç en bizden müzisyen için. dünyanın gördüğü güzel insanlardan biri için, onun için kırmızı tuborg içildi saygıyla, keyifle. mezarının, evinin fotoğraflarına bakıldı. hem mutlu hem üzüntülü bolca melankolik bir gün bugün her 25 kasım gibi. seni seviyoruz nick drake.
''and now we rise and we are everywhere''
ne zaman canım sıkılsa en yakın arkadaşımın e-mailini alakasız sitelerin meyil list'lerine eklerim. bir gelenek oldu bu artık benim için. bir rahatlama sağlıyor bu yöntem. uzun zamandır bu işin içindeyim. genelde müzik gruplarının mail listlerine eklemenin yanında en ölümcülü olan sex shop listlerine de eklediğim oldu. on yıla kalmaz arkadaşımın e-maili çökecek gibime geliyor. hatta ona söyledim bile. o ise pek önemsemedi, bu işte ne kadar yaratıcı ve istekli olduğumdan haberi yok daha.
biriyle msn aracılığı ile konuşup ona gittiğinizde arkadaşınızın ekranında kendinizle konuşulmuş msn pencersinin açık kalması ve onu görmeniz çok tarifsiz duygular uyandırıyor. sizin alttaki resminiz üste çıkmış bi yabancı gibi, hep bakar biraz şaşırırm buna. ben sanki ben değilim gibi gelir, sanki yazsam karşı taraftan cevap gelecek gibi, japon korku filmi gibi.
o değilde artık ''evlik kıyafetler'' konusunda sınırları aşıyorum. kıyafetler ikiye ayrılır: bir dışarda tanımadığımız veya enseye tokat yakınlığında olmadığımız insanlar içine çıkarken giydiklerimiz, daha düzenli daha yeni olanlar. ikincisi -ki onları çok daha fazla severim- evde giydiğimiz eski ama rahat şeyler. ikinci kategoridekiler tamamen sizin yaratıcılığınza kalmıştır. örneğin ben bir altlığımı (altlık diyorum çünkü pijama, şort ve bermuda karışımı, uzayıp kısalabiliyor, çok esnek) on yıldır giyiyorum! benimle büyüdü o altlık, her yere esneyebilir. çok fazla giymekten inceldi zaten bi görseniz tüy gibi, rahatçacık bişeydir o. bu dünyada bir eşi daha yok. altımızı hallettikten sonra üst kısma geçtiğimizde alt giysiler genelde daha özelken tişörtler hakkında genelleme yapmak daha kolay oluyor. genelde eskiden dışarda giyilmiş sonra deforme olup yüzüne bakılmamış ve ev tşörtlüğüne düşmüş yadigar tişörtleri görüyoruz bu grupta. çoğunlukla 90ların fırtına tişörtleri olan nofear, loft, bodrum hatırası çizimliler ve looney tunes karakterliler oluşturuyor bu grubu. alt ve üstümüzü giydikten sonra ev kıyafetlerinin olmazsa olmazı delik ve söküklere geçebiliriz. altlığımızın kıç kısmı mutlaka delik olmalı. zaten ev kıyafetinin kaderi ilk giden ağ kısmıdır. bir aya göt kısmının delineceğini garantidir. dizlerdeki açılmalar ve genleşmelerde(diz yeri) gayet normaldir, korkulacak bi durum yoktur. aksine bu delikler içerdeki hava akışını sağladğı için dışardaki kıyafetlerle yaşanılamayacak bir lüksü barındırır. tişörtlerde ise tercihimiz koltuk altı delikleri ve boyun kısmı sökükleridir. aynı şekilde rahatlama sağlayacaklardır. artık evde rahat rahat takılmaya hazırız, kapı çalınca da hiç endişeye lüzum yok nasıl olsa 'ev hali'.
ah küçük enrico, şimdi ne yiyor ne içiyorsun seni memnuniyetsiz küçük piç?
kep atma törenlerinin hastasıyım. okul olarak kimse o gün kadar görünüşüyle akademik olmamıştır. onun dışında yalnızca internetten akademik takvime bakarken yakalıyoruz akademikleşmeyi. dört yıl liseden bozma sınıflarda, not not diye hocalara yalaklanan çalışkan kızları gördükten sonra benim tüm akademikliğim gitmişti. bişeyler öğrenmeye değil, 100 üzerinden belli bir puana ulaşmayı amaçlar olmuştum. bir öğrenci belgesi almak için türlü bıyıklı adamın karşısında sigaralı, çaylı odalarda mühür ve imza bekler olmuştum. bir şekilde bu yıllar geçip okul biterken kep filan fırlatılacağını duydum. yine ülke içinde kimi yerlerde karşımıza çıkan o uydurma, insanı bir role sokuşturma çabası. o ne yahu. 18.yy floransasında belki üniversitelerde keple cüppeyle dolaşıyorlardı ama biz okula anne işi atkı, kadife pantolonla gidiyorduk. bunlara rağmen okul biterken yok cüppe yok kep ha. havan kime diye sorarlar yahu. kışın kalorifer yanmaz, bıyıklı öğrenci işleri yerinde durmaz üstüne birde keple süslü bir şov yapalım bu yılların. çok komik ulan. yerim geleneğini göreneğini zaten 100 lira depozit istiyorlar, riskine değmez bi yalanı yaşamak için.
istanbulun ortasında ergenlik geçiren biri ne kadar kaçarsa kaçsın beşiktaş-fenerbahçe-galatasaray şeytan üçgeni içine düşer hemde erkekse. diğer şehirlerde olsaydık bu çatışmayı bu kadar net hissedemezdik. bir saat içinde fenerbahçe yoğun kadıköyden beşiktaşa ordan galtasaray mecidiyeköyüne geçmek olası çünkü. konyasporlunun adanaspora böyle bir yakınlığı yok lig içinde. bu kadar küçük coğrafyada bu kadar ezeli takımların olması istanbulda yaşayanlar için ailesinin ve arkadaş çevresinin bu üç takıma dağılması anlamına geliyor. bizim çekirdek aile oldum olası fanatik değildir. bizi hep akrabalar bozdu, özellikle beni. ilkokula adımımı atınca kuzenlerden bazıları fenerbahçe, dayım beşiktaş, diğer kuzenlerim ise galatasaray propagandası yapar oldular. onlara geleneksel bir görev yüklenmişti, kan bağın olan genç akrabanı kendi takımına kat. kutsal bir emir gibi. öyleki sülaledeki en küçük erkek olarak beni kazanmaları gerekiyordu kendi camialarına. benimde artık bir takım tutacak yaşım gelmişti. ilkel kabilelerdeki erkekliğe adım gibi bir takımı seçmem gerekiyordu. fakat çok kararsızdım. babam galatasaraylı, annem beşiktaşlı, anne kuzenlerim fenerbahçeli, baba kuzenlerim galatasaraylı, dayım (ki dayı faktörü 2x dir) beşiktaşlıydı. liseye gidene kadar her biri kendi takımının forması, kaşkolü beresiyle geldi bizim eve, kandırmaya çalıştı çeşitli materyallerle. galatasaraylı akraba gelince fener formasını, beşiktaşlı li gelince galtasaray beresini, fenerbahçeli gelince daha önce hangi takım malzemesi duruyorsa onu saklar olmuştum. liseye gelene kadar 6 yıllık süreci gollum gibi git-gellerle, kararsızlıklarla, saklambaçlarla geçirdim. lise ise sınıftaki erkeklerle çoğunlukla futbol konuştukları bir yer olduğu için kesin kararımı vermiştim, biraz beşiktaşlı olacaktım. sıra arkadaşlarım ise yine kaderin bir oyunu olarak gassaray ve fenerliydi. bir yandan ise yavaş yavaş anlıyordum hiç bir zaman beşiktaş veya diğer takımları onlar kadar hararetli savunamyacaktım. olmuyordu işte. yavaştan kendimi bozmaya başladım. fenerbahçe maçlarına gittim beşiktaşa sövdüm, beşiktaş maçlarında ise gassaraya sövdüm. ben işin heyecanındaydım. şener şen in bir filmi vardır geçimini sağlamak için stad önlerinde takım ürünleri satar, yeri gelir her taraftara şov yapar en iyi takımı o tutardı. yanımda hangi taraftar çoğunluktaysa o takımın adamı oluveriyordum, tabansızdım bu konuda, pis bir ikiyüzlüydüm. hala da sürdürüyorum bu tavrımı. yanımdakilerin fanatikliğinden emiyorum, kendimce normalde hiç düşünmediğim futbol sorunlarını, futbol yorumlarını bir anda onların yanında hemde yanlı olarak açıyorum. çok pis bişey bu.
ne modern animasyon ürünü eli kanlı canavarlar, ne zombiler ne de bu yaşıma kadar gördüğüm diğer mahlukatlar ( rec filminin sonundaki şeyi ayrı tutuyorum). hiç biri bana süt kardeşlerdeki ''gulyabani''nin korkusunu yaşatamadı. küçük yaşlardaki korkak bünyemi sıçırttı gulyabani. o dönemlerden kalma ''ideal korkunç modeli'' de yarattı bir yandan. tüm yüksek çözünürlüklü bilgisayar yaratıkları yerine daha kaba ne olduğu belli olmayan plastik kalıp modeller daha korkutur. birbirinin kopyası bilgisayar canavarları değil, gulyabaniler istiyoruz. al süt kardeşlerden gulyabaniyi koy başrole, dünya korku filmi görsün.
vikipedide efsanevi kaleci için şunlar yazıyor: ''Trabzonspor'la oynadığı maçta 'Türklerden gol yersem kaleciliği bırakırım' diyen ama 3 gol yediği halde kaleciliği bırakmayan file bekçisidir''
aba altından sopa gösteriyorlar zubizarettama. o dönem ispanyol basınının hiç mi suçu yok bunda? şöyle aslansın böyle kralsın diye öve öve adamı ne hale koymuşlar. adam bir ırk bana gol atamaz noktasına gelmiş. söylediğinin arkasında durmasa bile çocukluğumuzun en önemli kalecisidir zubizaretta. eski defterleri açmamak lazım, onu hep önü seyrelmiş saçlarıyla hatırlayacağız.
eski akrabaların zamanında super 8 kamera ile çektikleri 3 saatlik görüntüler geçti elime. bende onları derleyip belle and sebastian ile sundum. görüntüler 70'lerin son dönemlerinden.
küçük bir çocuk, bir düğün, akraba toplaşmaları, geçit töreni.
geçenlerde bir belgeselde taşakları mavi olan bir maymun türü gördüğümde çok şaşırdım. evet masmavilerdi. hatta sürü içindeki hiyerarşi taşağı en canlı maviden en az mavi olanlara doğru dikey bir şekildeydi. sürü lideri erkeğe başka bir maymun çatarsa lider maymun ona hemen taşaklarını açıyor ve saldıran maymun dahil tüm sürü koca mavi taşaklar karşısında büyülenip onun hükmünü kabul ediyorlardı.
boşuna yazılmamış ''bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşittir'' diye. masmavi olanları daha eşittir.
bazı ülkedekiler ise mavi taşakla yetinmez. piyasada kırmızısı, allısı pullusu hatta üç beş taşaklı kodamanı bile bulunur. bahis konusu tür yukardaki fotograftaki gibi gösterişi sever, olur olmaz övünür taşaklarıyla. hatta mavi ve üç taşaklıların dizileri ekranlarda fıldır fıldır döner. örneğin muz cumhuriyeti renkli taşaklarıyla övünenlerin, renkli taşakları el üstünde tutanların imparatorluğudur, planet of the apes'in taşakları mavi-kırmızı olanı gibidir.
insanoğlu var olduğu sürece dönem dönem hayati önem taşıyan yardımcısı olacak gaz maskeleri. savaş dönemlerinde özellikle ikinci dünya savaşında hem asker hem sivil tarafından kullanıldılar. şimdilerde protestolarda karşımıza çıkıyorlar. hazır domuz gribi de yayılıyorken durumun daha tehlikeli boyutlara ulaşabildiği, dünya çapında salgın hastalık, virüs tehlikesi olan bir distopya hayal ederken buldum kendimi (28 days later, twelve monkeys gibilerinden). bu durumda son kırılma noktasında hep gaz maskesine ihtiyacımız olacak. ayrıca tasarımları ile çok etkileyici olabiliyor gaz maskeleri.
ikinci dünya savaşının afişleri hep böyle olmuştur. verilen mesaj kısa, net ve acımasız. çoğu afiş kara komedi.
yukardaki ikinci dünya savaşında sovyetlerin kullandıkları model.
yine aynı dönemden nazilerin siviller için kullandığı maske.
bunu da nazi askerleri kullanmış.
ikinci dünya savaşı kanadalı sivillerin kullandıkları gaz maskesi. internet üzerinden 30.000 dölara satılıyor. gerçekten ona sahip olmayı isterdim.
bu çirkin şey ise savaşta çocuklara takılmak üzere üretilmiş. uçak ve bomba sesleri arasında telaşla çocuğuna bunu giydirmek isteyen anneler, bu boktan şeyin içinde hava soluyan küçük çocuklar.. dönemin oturduğu yerden millete call of duty oynatan koca götlü kodaman devlet büyüklerini anmamızı sağlıyor bu iğrenç gaz maskesi.
listedeki en şık gaz maskesi sovyetler birliğinden. aynı maskeyi strormtrooper larda takıyor.
bu ise günümüzden. aslında gaz maskesi bile değil kaçış başlığı.
birkaç yıldır havalar bir anda ısınır bir anda soğur oldu. 2 gün önce yazken 2 gün sonra sonbahar, aynı şekilde kış geliyor. mesela son 3 günde kış geldi. havanın kokusu değişti. havaların soğuduğu ilk günler ''hemen kış severlerin'' dışarıya döküldüğü günlerdir. peki kimdir bu ''hemen kış severler'' ? onlar aslında gerçekten kışı sevmezler. sadece yazdan sıkılmış ve kış kıyafetlerini özleyen insanlardır onlar. ekim-kasım gibi yağmuru ve rüzgarı görünce hemen deri ceketlerini, uzun çizmelerini hatta berelerini takar sokağa atarlar kendilerini. evet 30 ekim itibariyle dışarda bir sürü bereli insan vardı, sahte kışsever vardı. durun yahu daha. işte bu ''hemen gelen kış insanları'' ile gerçek kış severleri karıştırmamak gerek. gerçek kışsever havayı koklar. sadece giymek için giymez beresini, atkısını, eldivenini. hemen gelen kış insanları kışı içten içe sevmezler. sadece özledikleri kıyafetlerine kavuşmak için öyle takılırlar. çoğunlukla şubat ayı gibi ''artık yaz gelse, insanın içi sıkılıyor kışın'' der bunlar, oracıkta satıverirler kışı.