I am not an elephant! I am not an animal! I am a human being! I am a man!

waking life


Yaradılış, kusurdan çıkarmış gibi gözüküyor. Çaba ve hayal kırıklığından kaynaklanıyor sanki. Ve bence dil de buradan doğdu. Yani, yalıtılmışlığımızı aşma arzusundan ve bir başkasıyla bir çeşit bağlantı kurma durumundan. Sadece bir hayatta kalma sorunu olsaydı kolay olurdu. Bilirsin işte, "Su" dediğimizde bir ses çıkarırız. Ya da "Sivri dişli kaplan arkanda" dediğimizde yine bir ses çıkarırız. Ama galiba gerçekten de ilginç olan şu:  yaşadığımız tüm soyut ve kavranamaz şeylerde iletişim kurmak için aynı simgeler sistemini kullanıyoruz. Ne demek "hayal kırıklığı", "öfke" ya da "aşk"? "Aşk" dediğimde ses ağzımdan çıkar sonra diğer kişinin kulağına çarpar beyninin kıvrımlı kanallarında yolculuğunu yapar. Yani, sevginin bulunduğu ya da bulunmadığı anılardan geçerek dediğimi kaydederler, sonra 'evet' derler, anlamışlardır. Peki ama anladıklarını nasıl bilebilirim? Çünkü sözcükler uyuşuktur. Sadece simgedirler. Ölüdürler, anlıyor musun? Ve deneyimlerimiz o kadar kavranamazdır ki. Algıladığımız pek çok şey anlatılamaz. Dile getirilemez. Dahası, yani, biz bir başkasıyla iletişim kurduğumuzda ve biz bağlantı kurduğumuzu hissetiğimizde, anlaşıldığımızı düşündüğümüzde zannedersem manevi bir birlik hissetmiş oluruz. Ve bu duygu geçici olabilir ama galiba da bunun için yaşıyoruz...




Eğer insan evriminin temel noktalarına bakarsak organizmanın evrimine de bakman gerekir. Çevreyle olan etkileşiminin gelişimine de. Organizmanın evrimi hayatın evrimiyle başladı. Hominidler aracılığıyla sonunda insanlığın evrimine ulaşıldı. Neanderthal, Cro-Magnon adamı.
Burada ilginç olan üç sistem görürsün: biyolojik, antropolojik (kentlerin, kültürlerin gelişimi) ve insanın kendini ifade etmesi demek olan kültürel sistem. Şimdi burada gördüğün, kitlelerin evrimidiri bireylerin evrimi değildir. Ve ek olarak, burada söz konusu olan zaman çizelgesine bakarsan 2 milyar yıl hayatın evrimi, 6 milyon yıl hominidlerin 100.000 yıl insanlığın, bildiğimiz kadarıyla evrim paradigmasının gittikçe yakınlaşan niteliğini görmeye başlıyorsun. Sonra sen tarım devrimine, bilimsel devrime, ve endüstriyel devrime ulaştığında bakacaksın ki 10.000 yıl, 400 yıl, 150 yıl geçmiş olacak. Zamanın evrilmesine daha da yakından bakmış oluyorsun. Bunun anlamı, biz yeni bir evrime doğru gidiyoruz demek onu gerçekleşirken görebileceğimiz noktaya kadar yakınlaşacağız daha hayattayken, kendi kuşağımızda görebileceğiz.
Yeni evrim bilgiden kaynaklanır. iki çeşit bilgi kaynağı vardır: Dijital ve analog. Dijital olan yapay zekâdır. Analog olan moleküler biyolojiden kaynaklanır, organizmanın klonlanmasından. İkisini nörobiyoloji ile birleştirirsin. Eski evrim paradigmasında önce biri ölür, diğeri de güçlenir ve hükmederdi. Ama yeni  paradigmada ikisi bir arada rekabet etmeden gruplaşarak birbirlerini destekleyerek dışarıda olandan bağımsız
olarak var olabilirler. Burada ilginç olan, artık evrimin birey odaklı bir süreç olduğu bireyin gereksinimlerinden
ve arzularından kaynaklandığıdır. Bireyin ortak olandan bağımsız olduğu dışsal, edilgen bir süreç değildir. Böylece yeni-insanı, yeni bir bireysellik ve yeni bir bilinçle üretirsin. Ama bu, yalnızca evrim çarkının başlangıcıdır. Çünkü sonraki çarkın girdisi bu yeni zekâ ile işlemeye başlar. Zekaya zeka, yeteneğe yetenek eklendikçe vites değişir. Nereye kadar? Bir biçimde bir crescendo'ya ulaşana kadar düşünülmüş en devasa, en ani, insan insan ve yeni-insan potansiyeli gerçekleşirdi. Bütünüyle farklı birşey olurdu. Bireyin yükselmesi, bireysel varoluşların çoğalması. Paralel varoluşlarda şimdi birey artık zaman ve mekânla kısıtlı değil. Ve bu yeni-insan-tipi-evrimin dışavurumları dramatik bir biçimde sezgiye karşı olurdu. Bu işin ilginç kısmı eski evrim soğuk, kısır ve etkili. Ve onun dışavurumları da şu toplumsal uyum denen şeydir.
Savaş, sömürü, bunlar önemlerini kaybedecekler. Bunların evrimle ilgileri kalmayacak. Yeni evrim paradigması bize dürüstlük, sadakat, adalet, özgürlük gibi yeni insan değerleri verecek. Bunlar yeni evrimin dışavurumları olacak.




Kendi yıkımını hazırlayan insan kendini yabancılaşmış, sapına kadar yalnız hisseder. Toplumun dışındadır. kendi kendine şöyle der: "deliriyorum galiba" Anlamadığı şudur: toplum da tıpkı kendisi gibi büyük zarar ve felaketlerden karlı çıkar. Bu savaşlar, kıtlıklar, su baskınları ve depremler çok belirli gereksinimleri karşılarlar. İnsanlar kaos ister. Doğrusu buna gereksinimleri de vardır. Durgunluklar, çatışmalar, halk hareketleri, cinayet, hepsi korkunç. Ölüm ve yıkımın yarattığı bu karşı konulmaz orji durumunun içine çekilmişiz neredeyse. Hepsi içimizde. İçinde olmaktan zevk alıyoruz. Tabi ki medya tüm bunlara üzgün bir yüz takınır bunu, onları büyük insan trajedileri kılıfına sokarak yapar. Ama hepimiz medyanın işlevini biliyoruz dünyadaki kötülükleri yok etmeye çalışmaz. Onun görevi bu kötülükleri kabul etmemizi ve onlarla birlikte yaşamamızı sağlamaktır. İktidarın bizden istediğ edilgin gözlemciler olmamızdır. Ve onlar bize başka bir seçenek vermezler arada sırada bütünüyle simgesel değerde bir katılım eylemi olan oy vermenin dışında tabi. Sağcı bir kukla mı yoksa solcu bir kukla mı olmak istersin?






Belediye Binasıyla, ölüm ve vergilerle savaşamazsın. Politikadan ya da dinden bahsetme. Bu, güvenlik hattını ihlal eden düşman propagandasıyla eşdeğerdir.

"Yere yat asker.
Yere yat, asker."

20. yüzyıl boyunca hep bunu gördük. Şimdi 21. yüzyıldayız ayağa kalkma ve kendimizi bu fare labirentine sıkıştırdığımızı anlama zamanıdır. İnsanlıktan çıkmaya boyun eğmemeliyiz. Seni tanımam ama bu dünyada
ne olduğuyla ilgileniyorum. Yapı ile ilgileniyorum, denetleme sistemleriyle ilgileniyorum, hayatımı kontrol eden ve hep kontrol etmeye çalışacak olan. Özgürlük istiyorum! İstediğim bu! Senin de istemen gereken bu! Her birimize ve hepimize bağlıdır koyverip gitmek, alt etmek hırsı, nefreti, kıskançlığı ve tabii ki güvensizliği çünkü bu bizi acınası ve küçük hissettiren temel bir denetleme mekanizmasıdır. Böylece bağımsızlığımızdan, özgürlüğümüzden yazgımızdan isteyerek vazgeçeriz. Kitlesel bir biçimde koşullandırıldığımızı anlamalıyız. Meydan okumaya başla şu birleşik kölelik devletine! 21. yüzyıl yeni bir yüzyıl olacak köleliğin yüzyılı olmayacak yalanların ve önemsizliğin, sınıf ayrımının, devletçiliğin ve diğer denetleme biçimlerinin yeni yüzyılı olmayacak. Saf ve doğru bir şey için ayağa kalkan insanlığın çağı olacak. Liberal Demokrat, muhafazakar özgürlükçü, tutucu solcu hepsi de seni denetlemek için. Bir paranın iki yüzü gibi. Tüm bu yönetici takımı denetim için çekişmekteler!  Kölelik Anonim Şirketinin yönetim kadrosu için. Gerçek oralarda bir yerde önünde duruyor ama yalanlar büfesinde sergiliyorlar onu! Bundan sıkıldım. Artık yemiyorum, Anladınız mı? Direniş boşuna değil. Kazanacağız. İnsanlık yeterince iyi. Biz başarısızlar ordusu değiliz! Ayağa kalkacağız ve insan olacağız! Gerçek şeyler için, önemi olan şeyler için kendimizi ateşe atacağız: baş eğmeyi reddeden yaratıcılık ve dinamik insan ruhu gibi şeyler için!

Son Olarak Benedict Anderson'dan kimlik üzerine:


Diyelim ki bir bebek resmi, bu iki boyutlu imgeyi alırsın, ve dersin ki "Bu benim" bu tuhaf küçük imgeyi bu bebekle yaşayan ve nefes alan kendinle şimdide birleştirmek için şöyle bir hikâye uydurman gerekir "burada 1 yaşındaydım. "daha sonra saçlarım uzadı, ve Riverdale'e taşındık ve işte buradayım." Seni ve resimdeki bebeği özdeş kılarak senin kişiliğini oluşturacak bir öykü daha doğrusu bir roman gerekir. Komik olan da şu: hücrelerimiz her 7 yılda bir yenileniyor. Biz zaten birkaç kere tümüyle farklı insanlar oluyoruz ama yine de hep tam da kendimiz olarak kalıyoruz.


elektrikler kesildi

''ışığı kapalı görünce boş sandım, kusura bakmayın'' dedi adamın biri vapurun tuvaletinde. haklıydı da. hangi insan tuvalete girince ışığı yakmaz ki. eğer benimki gibi sorunlu bir ailede büyüdüyseniz yakmıyordunuz işte. sorunlu muyuz değil miyiz anlatayım da buna siz karar verin. kendimi bildim bileli babam, abim veya ben tuvalete girince dışarda kalan ikili olarak ışığı kapayıp bundan zevk alırız. bu önceleri belki babamın küçük bir esprisi, bize takılmasıydı. ''aa elektrikler kesildi'' diyerek ışığı kapar içerde olan abim veya beni ufak heyecana sokarak eğlenirdi. sonuçta hepimiz gülerdik buna. fakat zaman geçti ve biz büyüdük. artık elektriğin biz sıçarken kesilmediğini anlar olduk. fakat bu işi babamdan sonra abim ondan da ben devralmıştım. babam banyo yaparken abim, abim sıçarken ben ışığı söndürüveriyordum. yıllardan sonra bu ışık kapama espriden, eğlenceden çıktı hastalıklı bir alışkanlığa dönüştü. daha da ötesi eskiden birbirimize kızarken artık buna alışmış boş yere çenemizi yorup, sinirleneceğimize karanlıkta işimizi görür olmuştuk. ışığı açık bulan söndürüyordu. içerdeki de hiçbişey olmamış gibi devam ediyordu. insan çok garip, herşeye alışıyor bir süre sonra. çoğu zaman ışığı yakmak aklıma bile gelmiyor tuvalette.



sibel can ve küresel ısınma

bu yaz şov tv her hafta canlı olarak sibel can konserleri yayınladı. ne zaman o konsere rastlasam alnım ve ensem terli nem oranım yüzde 90lardaydı. anladım ki sibel kıvırdıkça atmosfere salınım yapıyor, o yaptıkça nem artıyor istanbul kavruluyordu. 180 derece dönüşler, gerdan kırmalar ile her hafta sibel havanın değerleriyle oynuyordu.
geçen yıl nem oranını arttıran gülşen ve serdar ortaç eşliğinde bodrum ve çeşme biiiiçlerinde yapılan danslar iken bu sene ihale sibel cana kaldı.
burdan yetkililere sesleniyor ve seneye nem oranlarının kontrol altında tutulmasını rica ediyorum.

yazar hakkında

bakıyorum da kafka geçmişinde güçlü ve sert bir baba imgesinin altında ezilmiş, zorla okullara gönderilmiş, içine kapanmış, yabancılaşmış. dostoyevski desen onun da çocukluğu sarhoş baba, hasta anne yanında geçmiş orduya alınmalar yaşamış yani yine türlü sıkıntı ve zorlukla geçmiştir. tüm önemli yazarlar çocuklukluklarında aile içi sıkıntılar, gençliklerinde otoriteyle dertler, hapisler, sürgünler yaşamışlar. yarın bi gün arkamda rus klasiği bırakacak olsam(!) benim için romanımın başına yazılacak doğru düzgün hiçbi sıkıntılı yaşam hikayesi yok ulan. ne aileyle sıkıntı ne zorla okul tercihleri veya okulu isyan edip bırakmaca. hiç biri yok! memur gibi gidip gelmişiz heryere bunca yıl. hakkımda yazılabilecek tek gençlik sıkıntısı 90'ların kadıköyünde yaşanılan boyacı çocuk teröröü esnasında onlardan dayak yememdir. fakat bunu kullanıp da topluma yabancılaşamıyorum mına koyayım. ülkemizin ceopolitik konumu nedeniyle askere gidince biraz bunu kullanabilirim sanırım, ordu günleri diye. ama gel gör ki orda da tuvalet temizliği, nöbet, kantin derken yine geçmiştekiler gibi ağır bir dönem geçiremicem. herşey o kadar ilginç değil ki kitabımın başına sik gibi adamdı yazılacak sadece.