ahbap

yabancı filmlerin türkçe altyazılarında dude'ü ahbap olarak çevirirlerdi hep. fakat son dönemde ahbap yerine kanka'yı tercih eden çeviriler artmaya başladı. ahbap halk arasında pek tercih edilmeyen ama güzel ve ahenk bir kelime bence. sanki üstad gibi o da öyle. ahbap yerine kanka'nın kullanılması aynen 50'li 60'lı yıllardaki güzelliğin, sadeliğin ve güvenin 2binlerde yerini çirkinliğe, abartıya ve güvensizliğe bırakması gibi. ''ahbap'' ne kadar içten ve güvenilirse ''kanka'' bir o kadar yüzümüze gülüp arkadan bıçaklıyor.

martin mystere ve uğur dündar


uğur ve martin ağabeylerin birbirlerine benzerlikleri şaşırtıcı derecede. ikisi de abimizdir, başımızın tacıdır. hem tipleri hem tarzları benzer. ikisi de macerayı sever bir kere. martin abinin dünyada gezmediği yer aydınlatmadığı gizem kalmamıştır. uğur abi ise kaçırılan gemilerden türlü özel haberlere kadar kendisinin de ne kadar macerasever olduğunu göstermiştir, gizemleri çözmesini bilmiştir. uğur abinin bir javası eksiktir yanında. yarın bir gün bir neandertal bulunursa uğur abiye kıyak olsun diye ona verilmelidir bu neandertal.

ülkem var!


nisan ayında pitcairn adalarından bahsetmiştim, nüfusu 46 olan ingiltereye bağlı ülke. bence pitcairn adalarının en yakın dostu ve müttefiki sealand olmalı. sealand'den bahsetmek gerekirse 1967'de ingiliz ordusundan eski binbaşı roy bates bir gün sinirli bir şekilde eve gelip hanımına ''topla pılı pırtıyı, çocukları kendi ülkemizi kurcaz'' diyor. bunun üzerine yükte hafif pahada ağır şeylerini alarak britanyadan 10km açıkta denizin üzerine kurulmuş bir platformda kendi ülkesini kuruyor roy abi. kendini prens ilan ettikten sonra 1974'de kendi anayasasını, bayrağını, milli marşını, kraliyet simgesini ve parasını oluşturuyor. çok takdir ediyorum devletlümü, haşmetmeabımı. sen git yüzyıllardır maddi manevi sömürgecilik yapan ingilizlerin dibinde ülkeni kur, sonrada taşak geçer gibi prens ol. ha birde bir amerikan dolarını bir sealand dolarına eşitleyerek amerikaya da ayar ver. 




benim aklıma waterworld filmini getiriyor ülkenin görüntüsü.
ayrıca sadece £29.99a bu ülke tarafından lord, leydi, baron filan olabiliyorsunuz.
2007'de ise 10 milyon sterline satılığa çıkarıldı.
http://www.sealandgov.org/



nikos kazancakis'in mezarı girit'in en yüksek tepesinde. ve üstünde şunlar yazıyor:

hiç bir şey ummuyorum, 
hiç bir şeyden korkmuyorum,
özgürüm.

albayım




eğer uzaylılar dünyayı gözlemliyorlarsa nevada çölüne yapılan devasa kfc logosundaki tonton amcamız, albayımız harland sandersi dünyanın en taşaklı adamı olarak tanıyacaklar. adam köy alanı kadar yere gülen suratını yapıştırıyor çünkü. biz bi dikili ağacımız yok deriz albay uzaya reklam yapıyor.
albay harland için son sözler pir sultan abdal'dan gelsin:

hü dedem çağırdım gerçek erlere
pirim var n'eyleyim dünya malını
çünkü varacağım kara yerlerdir
ölüm var n'eyleyim dünya malını

koşmak

yolda yürürken koşan çocuğu gördüm bugün. 6-7 yaşlık dönemde bir yerlere koşarak gidilir. neden koşuyoruz o yaşlarda bilemiyorum hiç. bende o yaşları koşarak geçirdim. 200 metre ötede oturan ananeme yürümez koşardım hiç durmadan. her seferinde annem arkamdan ''koşmadan git'', ananemde karşılarken ''neden koştun ter içindesin'' derdi aldırmazdım. bakkala markete hep koştum, bizden sonraki nesillerde koşuyor hala anlayamıyorum. biz büyüynce koşmayı unuttuk, en son ne zaman koştum hatırlamıyorum. ilk markete gidişimde koşucam ama eski güzel günlerdeki gibi.

insert coin to continue



yeni keşfettiğim değişik bi grup tanıtmak isterim. nasıl ki futbolcular kariyerlerine başladıkları ilk kulüplerini unutmazlarsa, gönülleri oradaysa bizim de atari çocuğu olarak gönlümüz atari salonlarındadır. neden böyle bişey dedim çünkü tavsiye edeceğim grup eski oyunların theme lerinden kavırlar yapıp bize sunuyor. isimleri de pek çekici: 'insert coin to continue'. her atari salonu severin, her emulator severin beynine kazınmış cümle. myspace sayfalarında castlevania'dan super mario'dan warcraft 2'den filan kavırlar var.


http://www.myspace.com/insertcointocontinue

otobüsün açılmaz camı altında oturmak

otobüsün açılmayan o camı altında oturmak gerçekten şanssızlıktır. otobüste, minibüste bazı seçilmiş camlar vardır ve onlar asla açılmazlar. itersin kakarsın, damarların çıkana kadar zorlasan da açılmaz onlar. bostancı-kadıköy otobüsündeydim. içersi çok kalabalık, temiz hava tükenmiş. dışarısı kış olduğu için biz kalınınz ama otobüs içi kapalı camlardan sıcacık. o kazaklarımızla terlemeden durmamız imkansız. camlar açılmalı. ama çoğu kapalı. bana yakın olan için bir amcadan rica ettim açalım diye. nerden bilirdim açılmaz cam olduğunu. otobüsün ilginç bir olayı var. içerde sessizlik olduğundan biri ağzını açarsa güruh olarak onu dinliyoruz. o an yolculuğun rutininden kurtulmak için yanımızın konuşmasına kulak misafirliği etmek daha ötesi tanışmayan insanların birbirine ricası veya tartışması otobüs için az rastlanır bi şans, güzellik. bende rica ettim amcaya camı açsak, havasız oldu diye. o anda tüm gözler 60larındaki çelimsiz amcaya döndü. camı açmak için şekilden şekile girdi, tüm enerjisini ortaya koydu. fakat açamadı. otobüste herkes onun camı açma çabasını ilzerken, bende onu böylesine bir ateşe attığım için daha gergin şekilde camın açılmasını diliyordum. belki 30 saniye kadar çabaladı, hırslandı açamadı. bana da ''açılmıyor'' dedi. çabaları için bende ''teşekkürler'' dedim.


eve servis

reklam vermenin türlü yolları var. en bilinmeden verileni ise evinize dönerken yolda bir başkasının verdiği yemek siparişini ileten fast foodçunun bina önüne park edilmiş motorunu görmek. ben kaçıyorum onlar geliyor yahu. bizim sokak ne hastaymış fest fuda, abura cubura. her eve dönüşte mekdanıldsı dominosu bir bina önünde hep o an servis eden elemanın motorsikleti duruyor, içinden kokular geliyor. o arkadaki bölmeyi açıp yiyip yiyip kaçıcam motorlardan nefsim için. göz hakkıdır.


zamfir


gitarı konuştururlar, davul filan çalarken kendinden geçerler. ama bakınız abime. nasıl kaptırmış kendini, pan flüt konuşturuyor o da. (gheorge zamfir)

takım elbise ve beyaz spor ayakkabılı amca kulübü

bugün yine gördüm onlardan. üstlerinde temiz bir takım elbise altlarında ise spor ayakkabı vardı. genelde beyaz spor ayakkabı kullanıyor bu yaşlı amcalar. zaten yaşlı amcaların kullandığı spor ayakkabılar başlı başına ilgi odağı. hep farklı olmuştur onlar, daha mı büyük, daha mı değişik renklerdeler bilemiyorum. yalnızca daha farklılar. ama biliyorum ki eskiden o takım elbisenin altında o spor ayakkabı yoktu. yaşlılıkla birlikte ayaklar bacaklar yorulmasın diye son on - on beş yıldır konuklar takım elbisenin altına. bu amcaları görmek isterseniz ziraat bankasının bankamatik kuyruklarına veya halk ekmek satış noktalarına gitmelisiniz. ve kesin olan şu ki takım elbiseli ve altında spor ayakkabılı yaşlı amcamız o haliyle çok tatlıdır, candır. pıtı pıtı yürür gider.


filmlerdeki küçük çocuk olgunluğu

dün vasat bir film izledim. genelde bilimkurgu filmlerinde özellikle dünyanın sonu veya felaketlerde yaşı 8-9 olan küçük veletlere bişeyler oluyor. tüm yetişkinler kontrolü kaybederken bu 8-9 yaşındaki çocuğumuz gayet sakin ve yaşından hiç beklenmeyecek derecede mantıklı cevaplar, kararlar verir. babası orda dünyayı kurtarmak için göt atarken çocuk ona laf sokar, alınır, triplerden tirplere koşar. bozar yani koskoca adamları kadınları. ulan eşşoğlu dünyanın sonu diyoruz sırası mı şimdi babaya anneye siz beni sevmiyosunuz, dünyanın en mutsuz çocuğu benim tripleri. yeri gelir kaçar gider o hengamede adam bide çocukla uğraşır. holivuudçularda bayılıyorlar böyle tribal ve bilmiş çocuk koymaya senaryoya. filmi bırakıp o küçük piçlere hiddetleniyorum. bazı durumlarda 15lik ergenlerde hep arıza oluyorlar fakat yine onu ergen sinirine veriyorum. 8-9 luk çocukların durumu saçmalık ama. bu tür küçük piçlerin olduğu filmler ise: The Day the Earth Stood Still (2008), Knowing (2009), War of the Worlds (2005) daha sürdürebilirz ilk anda aklıma gelenler bunlar. ordaki çocukların hepsini bir araya koyup dövmek istiyoruz.


baban koskoca nikolas keyç, hala kollarını kavuşturmuş adamın sinirini bozuyorsun. adam dünyanın kaderiyle mi uğraşacak seni mi eylicek. çok prim veriyolar bu küçük piçlere.




and now we rise and we are everywhere



tüm şehrin kalabalıklığına karşı otobüste evinize dönerken nick drake dinlerseniz herşeyden uzaklaştırır sizi. yağmurlu ve havanın kapalı olduğu ev günlerinde, sıkıcı ve yalnız akşamlarda dinlersiniz kurtarır sizi. kendi kabunuğuza çekilmek isterseniz tek eşlikçi nick drake dir. bugün intiharı üzerinden 35 yıl geçti. 1974 üzerinden 35 yıl geçti. bugün yine ''a skin too few'' izlendi, ''day is done'' dinlendi. ağlamaklı olundu dünyaya gelmiş en başarılı en utangaç en bizden müzisyen için. dünyanın gördüğü güzel insanlardan biri için, onun için kırmızı tuborg içildi saygıyla, keyifle. mezarının, evinin fotoğraflarına bakıldı. hem mutlu hem üzüntülü bolca melankolik bir gün bugün her 25 kasım gibi. seni seviyoruz nick drake.



''and now we rise and we are everywhere''

ne zaman canım sıkılsa

ne zaman canım sıkılsa en yakın arkadaşımın e-mailini alakasız sitelerin meyil list'lerine eklerim. bir gelenek oldu bu artık benim için. bir rahatlama sağlıyor bu yöntem. uzun zamandır bu işin içindeyim. genelde müzik gruplarının mail listlerine eklemenin yanında en ölümcülü olan sex shop listlerine de eklediğim oldu. on yıla kalmaz arkadaşımın e-maili çökecek gibime geliyor. hatta ona söyledim bile. o ise pek önemsemedi, bu işte ne kadar yaratıcı ve istekli olduğumdan haberi yok daha.

biriyle msn aracılığı ile konuşup ona gittiğinizde arkadaşınızın ekranında kendinizle konuşulmuş msn pencersinin açık kalması ve onu görmeniz çok tarifsiz duygular uyandırıyor. sizin alttaki resminiz üste çıkmış bi yabancı gibi, hep bakar biraz şaşırırm buna. ben sanki ben değilim gibi gelir, sanki yazsam karşı taraftan cevap gelecek gibi, japon korku filmi gibi.

evlik kıyafet rehberi

o değilde artık ''evlik kıyafetler'' konusunda sınırları aşıyorum. kıyafetler ikiye ayrılır: bir dışarda tanımadığımız veya enseye tokat yakınlığında olmadığımız insanlar içine çıkarken giydiklerimiz, daha düzenli daha yeni olanlar. ikincisi -ki onları çok daha fazla severim- evde giydiğimiz eski ama rahat şeyler. ikinci kategoridekiler tamamen sizin yaratıcılığınza kalmıştır. örneğin ben bir altlığımı (altlık diyorum çünkü pijama, şort ve bermuda karışımı, uzayıp kısalabiliyor, çok esnek) on yıldır giyiyorum! benimle büyüdü o altlık, her yere esneyebilir. çok fazla giymekten inceldi zaten bi görseniz tüy gibi, rahatçacık bişeydir o. bu dünyada bir eşi daha yok. altımızı hallettikten sonra üst kısma geçtiğimizde alt giysiler genelde daha özelken tişörtler hakkında genelleme yapmak daha kolay oluyor. genelde eskiden dışarda giyilmiş sonra deforme olup yüzüne bakılmamış ve ev tşörtlüğüne düşmüş yadigar tişörtleri görüyoruz bu grupta. çoğunlukla 90ların fırtına tişörtleri olan nofear, loft, bodrum hatırası çizimliler ve looney tunes karakterliler oluşturuyor bu grubu. alt ve üstümüzü giydikten sonra ev kıyafetlerinin olmazsa olmazı delik ve söküklere geçebiliriz. altlığımızın kıç kısmı mutlaka delik olmalı. zaten ev kıyafetinin kaderi ilk giden ağ kısmıdır. bir aya göt kısmının delineceğini garantidir. dizlerdeki açılmalar ve genleşmelerde(diz yeri) gayet normaldir, korkulacak bi durum yoktur. aksine bu delikler içerdeki hava akışını sağladğı için dışardaki kıyafetlerle yaşanılamayacak bir lüksü barındırır. tişörtlerde ise tercihimiz koltuk altı delikleri ve boyun kısmı sökükleridir. aynı şekilde rahatlama sağlayacaklardır. artık evde rahat rahat takılmaya hazırız, kapı çalınca da hiç endişeye lüzum yok nasıl olsa 'ev hali'.



ah küçük enrico, şimdi ne yiyor ne içiyorsun seni memnuniyetsiz küçük piç?

geleneksel kep atma törenleri üzerine

kep atma törenlerinin hastasıyım. okul olarak kimse o gün kadar görünüşüyle akademik olmamıştır. onun dışında yalnızca internetten akademik takvime bakarken yakalıyoruz akademikleşmeyi. dört yıl liseden bozma sınıflarda, not not diye hocalara yalaklanan çalışkan kızları gördükten sonra benim tüm akademikliğim gitmişti. bişeyler öğrenmeye değil, 100 üzerinden belli bir puana ulaşmayı amaçlar olmuştum. bir öğrenci belgesi almak için türlü bıyıklı adamın karşısında sigaralı, çaylı odalarda mühür ve imza bekler olmuştum. bir şekilde bu yıllar geçip okul biterken kep filan fırlatılacağını duydum. yine ülke içinde kimi yerlerde karşımıza çıkan o uydurma, insanı bir role sokuşturma çabası. o ne yahu. 18.yy floransasında belki üniversitelerde keple cüppeyle dolaşıyorlardı ama biz okula anne işi atkı, kadife pantolonla gidiyorduk. bunlara rağmen okul biterken yok cüppe yok kep ha. havan kime diye sorarlar yahu. kışın kalorifer yanmaz, bıyıklı öğrenci işleri yerinde durmaz üstüne birde keple süslü bir şov yapalım bu yılların. çok komik ulan. yerim geleneğini göreneğini zaten 100 lira depozit istiyorlar, riskine değmez bi yalanı yaşamak için.

“… güçsüzlük muhteşem bir şeydir
ve güç hiçbir şey.
insan doğduğunda güçsüz ve uysaldır,
öldüğünde ise katı ve duyarsız.
bir ağaç büyürken hassas ve esnektir,
ama kuruduğunda ve sertleştiğinde ölür.
sertlik ve güç ölümün refakatçisidirler.
uysallık ve güçsüzlük, varlığın canlılığının dışavurumlarıdır.
çünkü katılaşan hiçbir zaman kazanamaz”


Lao Tzu

her takımın taraftarı

istanbulun ortasında ergenlik geçiren biri ne kadar kaçarsa kaçsın beşiktaş-fenerbahçe-galatasaray şeytan üçgeni içine düşer hemde erkekse. diğer şehirlerde olsaydık bu çatışmayı bu kadar net hissedemezdik. bir saat içinde fenerbahçe yoğun kadıköyden beşiktaşa ordan galtasaray mecidiyeköyüne geçmek olası çünkü. konyasporlunun adanaspora böyle bir yakınlığı yok lig içinde. bu kadar küçük coğrafyada bu kadar ezeli takımların olması istanbulda yaşayanlar için ailesinin ve arkadaş çevresinin bu üç takıma dağılması anlamına geliyor. bizim çekirdek aile oldum olası fanatik değildir. bizi hep akrabalar bozdu, özellikle beni. ilkokula adımımı atınca kuzenlerden bazıları fenerbahçe, dayım beşiktaş, diğer kuzenlerim ise galatasaray propagandası yapar oldular. onlara geleneksel bir görev yüklenmişti, kan bağın olan genç akrabanı kendi takımına kat. kutsal bir emir gibi. öyleki sülaledeki en küçük erkek olarak beni kazanmaları gerekiyordu kendi camialarına. benimde artık bir takım tutacak yaşım gelmişti. ilkel kabilelerdeki erkekliğe adım gibi bir takımı seçmem gerekiyordu. fakat çok kararsızdım. babam galatasaraylı, annem beşiktaşlı, anne kuzenlerim fenerbahçeli, baba kuzenlerim galatasaraylı, dayım (ki dayı faktörü 2x dir) beşiktaşlıydı. liseye gidene kadar her biri kendi takımının forması, kaşkolü beresiyle geldi bizim eve, kandırmaya çalıştı çeşitli materyallerle. galatasaraylı akraba gelince fener formasını, beşiktaşlı li gelince galtasaray beresini, fenerbahçeli gelince daha önce hangi takım malzemesi duruyorsa onu saklar olmuştum. liseye gelene kadar 6 yıllık süreci gollum gibi git-gellerle, kararsızlıklarla, saklambaçlarla geçirdim. lise ise sınıftaki erkeklerle çoğunlukla futbol konuştukları bir yer olduğu için kesin kararımı vermiştim, biraz beşiktaşlı olacaktım. sıra arkadaşlarım ise yine kaderin bir oyunu olarak gassaray ve fenerliydi. bir yandan ise yavaş yavaş anlıyordum hiç bir zaman beşiktaş veya diğer takımları onlar kadar hararetli savunamyacaktım. olmuyordu işte. yavaştan kendimi bozmaya başladım. fenerbahçe maçlarına gittim beşiktaşa sövdüm, beşiktaş maçlarında ise gassaraya sövdüm. ben işin heyecanındaydım. şener şen in bir filmi vardır geçimini sağlamak için stad önlerinde takım ürünleri satar, yeri gelir her taraftara şov yapar en iyi takımı o tutardı. yanımda hangi taraftar çoğunluktaysa o takımın adamı oluveriyordum, tabansızdım bu konuda, pis bir ikiyüzlüydüm. hala da sürdürüyorum bu tavrımı. yanımdakilerin fanatikliğinden emiyorum, kendimce normalde hiç düşünmediğim futbol sorunlarını, futbol yorumlarını bir anda onların yanında hemde yanlı olarak açıyorum. çok pis bişey bu.

gulyabani


ne modern animasyon ürünü eli kanlı canavarlar, ne zombiler ne de bu yaşıma kadar gördüğüm diğer mahlukatlar ( rec filminin sonundaki şeyi ayrı tutuyorum). hiç biri bana süt kardeşlerdeki ''gulyabani''nin korkusunu yaşatamadı. küçük yaşlardaki korkak bünyemi sıçırttı gulyabani. o dönemlerden kalma ''ideal korkunç modeli'' de yarattı bir yandan. tüm yüksek çözünürlüklü bilgisayar yaratıkları yerine daha kaba ne olduğu belli olmayan plastik kalıp modeller daha korkutur. birbirinin kopyası bilgisayar canavarları değil, gulyabaniler istiyoruz. al süt kardeşlerden gulyabaniyi koy başrole, dünya korku filmi görsün.

çok büyük yaşlı amca kulağı

otobüste oturursam ön çaprazımın arkasına göz atarım. ön çaprazdakilerin en güzel görülür yeri kulaktır o açıdan. belki ayda iki veya üç o herşeyin anlamını yitirdiği sahne belirir ön çaprazımda ''çok büyük yaşlı amca kulağı''. dalıp gidersiniz o an. yaşlı amca kulağı biz doğmadan çok öncelerden beri yeryüzünde olduğu için yerçekimine yenilmiş uzamış, büyümüş, devleşmiştir. hipnoz olmak için müsait bir yapısı vardır, dışarıdan içeriye doğru kıvrıla kıvrıla küçülür. o kıvrımlara baka baka insan uzaklar gider. çok büyük yaşlı amca kulağı kıllıdır. kıl, tüy, saç ve kaş karışımıdır.amcanın kafasında ondan bağımsız bir organizma gibi heybetlidir. bostancıyı kadıköy, kadıköyü taksim, taksimi beylikdüzü edersiniz çok büyük yaşlı amca kulağına takılırsanız. bu dünyadan olduklarına inanmıyorum onların, bir vücut yaşlanıp tüm hatlar çöktükçe yalnızca kulak büyür güçlenir, kıllanır mı yahu. benjamin button gibi şerefsizim.


andoni zubizaretta

vikipedide efsanevi kaleci için şunlar yazıyor: ''Trabzonspor'la oynadığı maçta 'Türklerden gol yersem kaleciliği bırakırım' diyen ama 3 gol yediği halde kaleciliği bırakmayan file bekçisidir''

aba altından sopa gösteriyorlar zubizarettama. o dönem ispanyol basınının hiç mi suçu yok bunda? şöyle aslansın böyle kralsın diye öve öve adamı ne hale koymuşlar. adam bir ırk bana gol atamaz noktasına gelmiş. söylediğinin arkasında durmasa bile çocukluğumuzun en önemli kalecisidir zubizaretta. eski defterleri açmamak lazım, onu hep önü seyrelmiş saçlarıyla hatırlayacağız.



eski akrabaların zamanında super 8 kamera ile çektikleri 3 saatlik görüntüler geçti elime. bende onları derleyip belle and sebastian ile sundum. görüntüler 70'lerin son dönemlerinden.
küçük bir çocuk, bir düğün, akraba toplaşmaları, geçit töreni.

bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşittir

geçenlerde bir belgeselde taşakları mavi olan bir maymun türü gördüğümde çok şaşırdım. evet masmavilerdi. hatta sürü içindeki hiyerarşi taşağı en canlı maviden en az mavi olanlara doğru dikey bir şekildeydi. sürü lideri erkeğe başka bir maymun çatarsa lider maymun ona hemen taşaklarını açıyor ve saldıran maymun dahil tüm sürü koca mavi taşaklar karşısında büyülenip onun hükmünü kabul ediyorlardı.

boşuna yazılmamış ''bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşittir'' diye. masmavi olanları daha eşittir.
bazı ülkedekiler ise mavi taşakla yetinmez. piyasada kırmızısı, allısı pullusu hatta üç beş taşaklı kodamanı bile bulunur. bahis konusu tür yukardaki fotograftaki gibi gösterişi sever, olur olmaz övünür taşaklarıyla. hatta mavi ve üç taşaklıların dizileri ekranlarda fıldır fıldır döner. örneğin muz cumhuriyeti renkli taşaklarıyla övünenlerin, renkli taşakları el üstünde tutanların imparatorluğudur, planet of the apes'in taşakları mavi-kırmızı olanı gibidir.

gaz maskeleri


insanoğlu var olduğu sürece dönem dönem hayati önem taşıyan yardımcısı olacak gaz maskeleri. savaş dönemlerinde özellikle ikinci dünya savaşında hem asker hem sivil tarafından kullanıldılar. şimdilerde protestolarda karşımıza çıkıyorlar. hazır domuz gribi de yayılıyorken durumun daha tehlikeli boyutlara ulaşabildiği, dünya çapında salgın hastalık, virüs tehlikesi olan bir distopya hayal ederken buldum kendimi (28 days later, twelve monkeys gibilerinden). bu durumda son kırılma noktasında hep gaz maskesine ihtiyacımız olacak. ayrıca tasarımları ile çok etkileyici olabiliyor gaz maskeleri.

ikinci dünya savaşının afişleri hep böyle olmuştur. verilen mesaj kısa, net ve acımasız. çoğu afiş kara komedi.

yukardaki ikinci dünya savaşında sovyetlerin kullandıkları model.


yine aynı dönemden nazilerin siviller için kullandığı maske.



bunu da nazi askerleri kullanmış.

ikinci dünya savaşı kanadalı sivillerin kullandıkları gaz maskesi. internet üzerinden 30.000 dölara satılıyor. gerçekten ona sahip olmayı isterdim.

bu çirkin şey ise savaşta çocuklara takılmak üzere üretilmiş. uçak ve bomba sesleri arasında telaşla çocuğuna bunu giydirmek isteyen anneler, bu boktan şeyin içinde hava soluyan küçük çocuklar.. dönemin oturduğu yerden millete call of duty oynatan koca götlü kodaman devlet büyüklerini anmamızı sağlıyor bu iğrenç gaz maskesi.

listedeki en şık gaz maskesi sovyetler birliğinden. aynı maskeyi strormtrooper larda takıyor.

bu ise günümüzden. aslında gaz maskesi bile değil kaçış başlığı.

the bad, the bad and the ugly


hemen gelen kış insanları

birkaç yıldır havalar bir anda ısınır bir anda soğur oldu. 2 gün önce yazken 2 gün sonra sonbahar, aynı şekilde kış geliyor. mesela son 3 günde kış geldi. havanın kokusu değişti. havaların soğuduğu ilk günler ''hemen kış severlerin'' dışarıya döküldüğü günlerdir. peki kimdir bu ''hemen kış severler'' ? onlar aslında gerçekten kışı sevmezler. sadece yazdan sıkılmış ve kış kıyafetlerini özleyen insanlardır onlar. ekim-kasım gibi yağmuru ve rüzgarı görünce hemen deri ceketlerini, uzun çizmelerini hatta berelerini takar sokağa atarlar kendilerini. evet 30 ekim itibariyle dışarda bir sürü bereli insan vardı, sahte kışsever vardı. durun yahu daha. işte bu ''hemen gelen kış insanları'' ile gerçek kış severleri karıştırmamak gerek. gerçek kışsever havayı koklar. sadece giymek için giymez beresini, atkısını, eldivenini. hemen gelen kış insanları kışı içten içe sevmezler. sadece özledikleri kıyafetlerine kavuşmak için öyle takılırlar. çoğunlukla şubat ayı gibi ''artık yaz gelse, insanın içi sıkılıyor kışın'' der bunlar, oracıkta satıverirler kışı.

psychedelic 80's


şehir hayvanları için

evet şehirde ve kendi hayatlarında bi sürü bokluk varken şehir hayvanların durumunu ''kentlilerin'' çoğu düşünmüyor. oysa zamanımızın çok azını alacak bi kaç uygulama ve bunları alışkanlığa dönüştürme ile hem kentte kalmış hayvanlar iyi olacak hemde küçük bi hayvanın mutluluğundan pay edinebileceğiz. işte alışkanlık edinilmesi gereken şeyler:

1. su herşeyin başı. nasıl olsa onlar bir şekilde bulurlar diye düşünmemeli, özellikle yaz ayları ve geri kalan aylar küçük bir plastik kaba su doldurup dışarı örneğin bakkala giderken köşeye kondurmalı. o kabı hep aynı yere koymalı ki komşu hayvanlar orayı bellesin, su içsinler.

2. pet shoplar açık kedi maması satıyorlar. 3 liraya filan bir paket dolusu mama alınabilir. mamaları küçük bir kavanoza koyup onu da çantamızın küçük gözüne atarsak yanımızda her an mama olur. kedi köpek görmeye gerek yok eve dönmeden bir araya hepsini boca etsek bir köşeye gece boyunca onlar kıtır kıtır yiyip doyacaklar, 1. madde es geçilmediyse yemek üstüne sularını içip en az bizim gece yatarken doyduğumuz gibi doyacaklar.

3. yine evden çıkmadan çantamızdaki kavanozun yanına bir ufak poşete evde artan kuru ekmekleri koysak en fazla 50 saniye kaybederiz. böylece güvercinler, serçeler, kargalar, karıncalar oraya buraya attığımız kırıntıları yerler. üstelik kuşları beslemek çok zevkli.

4. bu maddedeki olayımız ise sadece adım attığımız yere dikkatten oluşuyor. her yağmur yağdığında büyük bir ihtimalle adımlarınızın yakınında salyangozlar dolaşıyordur. onlara mama değil ama ''gölge etme başka ihsan istemez'' formulüyle yaklaşıp basmamaya özen göstermek lazım.

bu maddeleri alışkanlık haline getirmek bir süre sonra insanı daha mutlu biri yapıyor, denemeyen varsa öneririm sonra benim çiftliğimi hayvanlar ele geçirdi diye ağlarsınız mr.jones gibi.

kazıklanma serüvenlerim no2: pro action football


bu kutuyu hayatımın sonuna kadar unutamayacağım. 1996'da raflardaki yerini aldığında ona sahip olmak, onu oynamak için karşılığında bir parmağımı feda edebilirdim. herşeyden çok istiyordum o oyunu oynamayı. reklamı favori televizyon programım olmuştu, reklamda pro action sahası açılmış, fubolcular yerlerini almış, tribünler tıka basa dolu ve iki çocuk büyük bir keyifle maç yapıyorlar, çok çok fazla eğleniyorlardı. ama biraz pahalıydı pro action football, olsun ben kıçımı yırtıp aldırmıştım bir tane. eve geldiğimde bende reklamındaki gibi sahamı kuracaktım, reklamlardaki o çocuklar gibi eğlenecektim. kendime ait küçük bir stadyumum olacaktı. kuzenlerim hazırlardı, herkes yerini almış kendi stadyumumun açılışını bekliyordu, sabaha kadar oynayacaktık. kutuyu açınca reklamlardaki atmosferi yakalayamayacağımı anladım. saha diye verdikleri yeşil çuha hiç bir zaman gergin bir şekidle durmadı. futbolcuların mıknatıslı sistemleri hiç kullanışlı değildi, kafamızdakileri oyuna dökemiyorduk. bi süre sonra olan oldu bi futbolcu dizinden kırıldı. (aşağıda fotoğraflı analizi var bir pro action football topçusunun) yaptıkları futbolcu figürleri o kadar kalitesizdi ki bikaç saate takımda adam bırakmadık. ben oyundan çok fazla zaviyat verilmeden maçların tamamlanmasını ister olmuştum. keyif filan kalmamıştı, aman yavaşça bastırın, abanmayın dedikçe kala kala 2 sağlam adam kalmıştı. onların da kırılacağını bildiğimden bir dönem onları oyuna sokmamış, arkadaşlarıma da ''kenarda ısınan oyuncular olm o gerçeklik katıyor sahaya'' diye yalan söylemiştim. artık topa vurmak için sadece mıknatıslı yuvarlak alt kısmı kullanıyorduk. derken normal futbol kurallarından çıkmaya başlayıp kendi oyunumuzu yarattık.

ayrıca topu da çok kıymetliydi . adamların mekanizmaları mıknatıslı olduğu için top da bi şekilde özel ve mıknatıslıydı. top kaybolursa koskoca oyunu kaldır at yani! misketle filan ikamesi yoktu o topların. bu yüzden beni küçük yaşımda streslere komuş, ilkel bir kabilenin büyülü taşlarına baktığı gibi bakmıştım o mıknatıslı toplara. hala benimleler yıllardır, ölene kadar da muhafaza edicem sanırım.

pro action football 13-14 yıl önce bir anda patlamış fakat ben dahil herkesi kazıklamıştır. biliyorum hepimiz o reklam yüzünden yandık. bir nesil pro action soccer mağdurudur bu ülkede.


çok istedim fakat fotoğraftaki gibi böylesine bir mutluluk yaşayamadım pro actionda.

kült fantastik silahlar

klasik kült bilimkurgu ve fantastik filmler-afişlerdeki silah tasarımları her zaman ilgimi çekmiştir. önemli olan silahın işlevi değil albenisidir çünkü. birkaç silahı paylaşmak isterim:


1. GALAXY INVADER (1985)




afişteki uzay tabancası mavi dostumuz için küçük olsa da üstündeki şekerleme tadındaki butonlarıyla kendi tarzını yaratıyor.


2. THEY CAME FROM BEYOND SPACE (1967)


ellerindeki silahlar ve tarzlarıyla on numara bu biraderler.


3. COSMOS: WAR OF THE PLANETS (1977)


italyan yapımı ışın silahı ve astronot kıyafetleri oldukça etkileyici.


4. HANDS OF STEEL (1986)

işte çelik bilekli adam! yine bir italyan yapımı olan filmde kahramanımızın kolu şahane gördüğünüz gibi. hani bileği bükülmez derler ya.

5. ATTACK FROM SPACE (1964)

japon yapımı filmdeki bu silah aslında fazla fütüristik değil, fakat karenin bütünlüğüne bakınca arkadaki göstergeler ve düğmeler hoşluk sağlıyor.


domuz gribi

domuz giribi geliyor, domuz gribi patlayacak, aşılar filan derken bazen 28 gün sonradaki gibi tek başıma bir hastanede uyanacağımdan korkar oldum. ama işin aslı öyle değil. bizim bağışıklığımız var. kırmızı iett otobüslerinde 5 yılı aşkın süredir yolculuk yapanlara bırakın domuz gribi, nükleeer saldırılar filan işlemez. 5+ da kırmızılar, mavilerde ise 8+ yılı uygun görüyorum bağışıklık için. biz otobüslerde demirin fazla tutulmaktan çürüdüğünü yok olduğunu gördük oraları tuttuk, oturmaktan yumuşaklığı kaybolmuş, nasırlaşmış koltuklara oturduk, binlerce milyonlarca kez incek var butonun bastık hep beraber. bu süre içince hastası, yaşlısı, basurlusu, osuruklusu hep beraber bir şeyler paylaştık. kendimizce bir kalkan bir bağışıklık oluşturduk. domuz giribinin biz otobüs yolcularını etkileyeceğini düşünmüyorum, dolmuş da bi nebze. bunu taksiciler, özel arabası olanlar düşünsün.

Türkiye (1980 - )


diyır füüçırmi

http://www.futureme.org/ diye parlak bir site var, burda kendinize gelecekte gönderilmek üzere mail atabiliyorsunuz. bir nevi doğmamış çocuğa mektup. bugün kendime 2007 yılından yolladığım mail geldi. böyle bir şey yaptığım aklımdan çıktığı için sevindim, açtım mailimi ne yazmışım o an diye. ''naber lan götlek, sçarım aazına'' yazmışım kendime iki yıl önceden. sinirlendim tabi ''sensin lan götlek insan şuraya iki güzel şey yazar can dündar tadında, sonra beraber okuruz o dönemden bi eski duygu yakalarız'' diye kendimi paylayıp bunu da 2 yıl sonrasına gönderdim 2011de kendime kızdığım mail gelecek, yavaş yavaş arayı ısıtıp 2013-2015 gibi kendimle barışık biri olmayı planlıyorum bu mailleşmelerle.


kot olmak

80'li yıllarda patlamış, 90larda olgunluk dönemine girmiş bir furyaydı kot ve kot olmak. evet baştan aşağı, tepeden tırnağa kot olanlar vardı. ortaokulda bir arkadaşım bu işi çok ciddiye almış, gözü kottan başka birşey görmez olmuştu. kot pantolon ve kot gömlek hatta kot yelek birbirinden ayrılarak giyilebilirdi. fakat arkadaşım kot pantolon, kot gömlek, kot yelek, kot şapka, kot ayakkabı ve kot çantasını beraber giyer, uzaktan baştan aşağı kot olarak görünürdü. öyle ki süper kahraman olsa ona kot kadın diyebilirdik bu haliyle. bir defasında para çıkarmak için elini attığı kot çantasından çıkardığı kot cüzdanını görünce arkadaşımın eline bir fırsat verilseydi bu dünyaya kot olarak gelmek isteyeceğini düşünmüştüm. hep kotlarla olmak dahası kot olmak onu daha mutlu edecekti. bu kadar çok kot diyince kot tuhaf gelmeye başladı. artık bu yazı bitsin ve kotu o dönem yaşayanlardan biri anlatsın, çak norris anlatsın:



doberman abi

ortaokulda en yakın arkadaşın iki sokak yukardaki bahçesine top oynamaya giderdim. aslında arka otopark alanıydı ama biz her zaman bahçe diye adlandırmıştık beton sahamızı. bu saha araba yoğunluğuna göre bazen büyür koca bir saha olur japon kaleye izin verir bazen küçülür 9 aylık, alman kale oynanacak boyutlara inerdi. sorun değildi, mutluyduk. mutluluğumuzu bozan tek şey o apartmanda oturan dev bir abi ve daha önemlisi onun baktığı doberman abiydi. maçların bir anı hiç beklenmedik bir şekilde o abi ve dobermanı kapıda belirir bizler ise ejderha görmüş küçük hobbitler gibi dört bir yana dağılırdık. dobermanda zaten doberman ve ejderha kırmasıydı. soluğunun harı bize kadar gelir ısıtır, sesi ile ortalığı inletirdi. boyutları bir çoğumuzun o anki halinden büyüktü. ve ne şanssızlıktır ki arkadaşmın oturduğu eve en yakın arkadaşı olarak su içmeye, futbolcu kartı takası veya vidyo oyunu oynamak için çıkardım. arkadaşımı tek ziyaretlerim kabusa dönüşmüştü, evi 8. kattaydı ve doberman abi 6. katta oturuyordu. aşağıda asansörü beklerken ışığın 5 -4 -3 diye azalıp asansörün bana yaklaşıtığını görünce acaba doberman abi mi çıkacak içinden diye telaşlanır, soğuk terler dökerdim. biliyordum o gün gelecekti, arkadaşım yine beni davet edecek, ben o asansörü beklerken doberman abinin bana saldırırsa nereye doğru kaçmam gerektiğinin planlarını yapacaktım. o zamanlar arkadaşıma bunu açtığımda korkma bişey yapmaz diye geçiştiriyordu beni. belki korkmayana bişey yapmazdı doberman abi biraz merhameti vardı fakat emindim ki bana o kadar yakın olduğu zaman korkudan elim ayağım birbirine dolaşacak, aramızda hiç bir sorun olmamasına rağmen tuhaf davranışlarımla doberman abiye kendimi ısırtacaktım, bunun kaçarı yoktu. o günün geleceğini biliyordum ve geldi de. asansör geri saymaya başladı: 4, 3, 2, 1e geldiğinde doberman abinin yaydığı yoğun enerjiyi hissettim, anlamıştım artık yüzleşecektik ve beni ısıracaktı. asansör 1 deyken belki kaçma şansım vardı ama bacaklarım kitlenmişti, haraket edemiyordum! soğuk terler kıçımdan aşağı doğru yol alırken kapı açıldı ve doberman abi karşımdaydı. ben ise donup kalmış, başka şeyler düşünmeye çalışıyordum. bacaklarımı kokladı, burdu dizime değdi. eğer o noktadan ısırırsa hayatım boyucna sakat olarak yaşayacağımı düşündüm, tekerlekli sandalyeler geçti gözümün önünden. fakat doberman abinin beni ısırmaktan daha önemli işleri vardı galiba. üç beş saniyeden sorna sahibiyle beraber gitti. ben ise belki o gün şanslı günümdeydim, doberman abinin bir gün mutlaka beni ısıracağını biliyorum, asansör aşağı her inişte içinden o çıkacakmış gibi geliyor 4,3,2,1


orta dünya manifestosu

orta dünya da bir hayalet dolaşıyor. aslında hayaletinden tut goblinine, trollüne, orkuna ve hobbitine türlü türlü mahlukat dolaşıyor. sen bu kadar çeşit canlı yaratıyorsun sonra onları aynı ortama salıp işlerin kötü olmayacağını mı umuyorsun? bir tarafta mağrur kasıntı ve güzel elfler diğer tarafta hayatın tekmesini yemiş goblinler. sonra orta dünyada barıştan huzurdan bahset. bunları bir araya koyarsan zaten savaş kaçınılmaz. dünyaların en güzeli olsun, en adaletlisi en huzurlusu olsun oraya goblin ve ork bırak bütün işler karışır. ah be arkadaş neden güzelim elfler boylu poslu, yeşil ormanlarına güzel müziklerini çalarken birbirlerini süzerken, güzel şarkılar söyler barış içinde takılırken sen oraya goblin koyarsın. bu adamn sıkıntılı, dağda bayırda kuytu köşede karanlıkta kalmış. itilmiş, ezilmiş. tüm negatifi toplamış bünyesinde, gözü bişey görmüyor. bu adamlardan pislik çıkmıcak kimden çıkacak? elfii cücesi, insanii hobbiti hep bir yerlerinde doğruluk asalet taşırken gelipte bunu orka gobline çok görmek ayıptır, ayrımcılıktır. afedersin o goblin gelir senin orta dünyanın orta yerine sıçar ve haklıdır da.


Sputnik 1


Dünyanın ilk yapay uydusu sputnik 1, 4 ekim 1957 günü yani tam 52 yıl önce sovyetler birliği tarafından uzaya gönderildi. yani bugün bu önemli olayın yıldönümü. bu arada yukardaki fotoğrafta bana biraz starwars taki death star ı anımsattı şekliyle. sputnik ile ilgili bir kaç ilginç şey paylaşmak isterim:

- uydunun ağırlığı 40 kg, yörünge yüksekliği 250km.
- sputnik yoldaş anlamına geliyor.
- sputnik 1'e karşılık abd hemen uzaya bir uydu göndermeyi denedi. Ancak yaptığı ilk denemeler başarısızlıkla sonuçlandı. amd uzaya ancak 1958'de bir uydu gönderebildi.
- sputnik 1, abd nin "basit uydusu" vanguard'dan çok daha ağırdı. aylar sonra vanguard uydusu yörüngeye girdiğinde, kruşçev, onunla "greyfurt" diye alay etti.
- sputnik 1, fırlatmadan 92 gün sonra, 4 Ocak 1958'de atmosfere girerek yandı. sputnik 1, yörüngede 1.400 tur atmış, 70 milyon km yol kat etmiş.

sputnik 1 ile uzay yarışı başlamış oldu.

kazıklanma serüvenlerim no1: 6 lengüiç transletır

bilinçsiz bir tüketiciyim. kazıklanmaya çok müsaitim. esnaf dediğimiz ırk tarafından uzun yıllar güzel sözlere kanmış, gaza getirilmiş ve kandırılmışımdır. 6 yıl önce ingilizce kursuna giderken kendimi şımartmış ve hesap makinası görünümündeki elektronik sözlüklerden almıştım. bir gazetenin reklamlarıyla büyülenmiş kupon biriktire biriktire edinmiştim o cihazı. kuponlar bitipde 6 lengüiç trasnletırımı elime alınca çok mutlu olmuş ona hemen yeni alınana cihaza uygulanan şeyleri uygulamıştım. tüm fonksiyonlarını karıştırmış, ingilizce kelimeleri a'dan z'ye kadar sırayla bakıp böylece ezberleme planları kurmuştum. ne de olsa elimde ekranı filan olan bişeydi bu, bu pratiklik ile önce ingilizceyi bitirecek sonra geri kalan 5 dile bile girişecektim. çok değil cihazı karıştırdıktan az bir süre sonra elimdeki cihazın benim kadar ingilizce bilmediğini anladım. zor ve az bilinen kelimelerden eser yoktu. onların yerine hepimizin bildiği standart kelimeler vardı. ortaokulda olsam ingilizce derslerime çok faydası olacağı kesindi fakat ben artık ingilizceyi çok daha ciddi düşünüyordum o yıllar. ve o an geldi, kazıklandığımı anladım. o tanıdık moral bozukluğu ve üzüntü. duyguların en pisidir kandırılmışlık duygusu. bu cihazın adı loop, model numarası YL-947. bir de isme bakın hele sanki star warsa droid üretiyorsunuz.


internet yasakları ve sokaktaki porno cd satıcısı

internet sitelerine birer birer yasaklamalar getiriliyor, ulaşımları engelleniyor. youtube, myspace, last.fm ve hatta farmville! yüzlerce porno siteyi bunların arasına katmıyorum bile. telekominikeyşın bakanlığı bu konuda son sürat ilerlerken internette değil tam da kadıköytde sokakta pornonun yıkılmaz bir kalesi var. kendimi bildim bileli çarşının üst kısımalrında karton kutusunun içinde çeşit çeşit porno cd ler satan adamdır işte o kale. porno bayrağını tüm bu yasaklamalara rağmen mağrur bir şekilde dalgalandırır o abi. yazın kavurucu sıcağı, kışın geçit vermez yokuşları aşar, dondurucu soğuklara karşı istifini bozmaz halkına hizmet götürür. belki bir gün hrşey engellenecek, dns ayarları bi şekilde geçit vermicek. işte o zaman karton kutusuna istiflediği cdleri ile bizi bekliyor olacak.


arecibo mesajı


1974 yılında seti tarafından uzaya yollanan ve yukardaki kodlardan oluşan mesaj şu anda uzayda bir yerlerde hala ilerliyor veya belkide birilerine ulaştı bile.

nba oyunculuğu ve takım elbise ilişkisi

nba oyuncularını her zaman saha içindeki şortlu, atletli halleri ile biliriz. oysaki bu koca adamlar kimi zaman takım elbiseler içinde pozlar verince bi garip oluyorlar. o alıştığımız halleri yerine ciddi bi havaya bürünüveriyorlar. mesela futbolcuları takım elbise ile görünce nba devlerini gördüğümüz kadar şaşırmıyoruz. buna kanıt olacak bir kaç fotoğraf sunmak istiyorum:


bakınız dikembe mutombaya. lacilerini çekmiş, kendinden emin koca bir gülümseme kondurmuş suratına.

ya postacı karl malone? sanki o zıplayan adam gitmiş yerine borsada gergin bir şekilde kağıtlarını izleyen veya sendika toplantısında sinirli bir şekilde odayı terkeden bir adam gelmiş takım elbiseyi giyince. Hatta türk filmlerinde oğlu kızına aşık oldu diye ustabaşı yaşarı işinden kovan pis patrona bile benziyor altın yüzük filan.

yao ming ise kravatsız haliyle burdaki dizi oyuncularını andırıyor. çıkar 40 yıllık deliyürekten miroğlunu oynar bu haliyle yao. tavrı filan hep ciddi dikkat ederseniz. bunların hepsi o takım elbise yüzünden oluyor. bu örneğe uymayan tek isim ilk fotoğraftaki mutombo, onun nedenini ise nba kartı pozu vermesi ve bu işten para kazanması diye düşünüyorum.

dünyanın en büyük trafik lambası

bugün mılayla dünyanın en büyük trafik lambasını gördük. modadan aşşağı benzinciye doğru inerken orda duruyuordu, heybetliydi. görünce etkilenmemek mümkün değildi. sadece yanlış zaman seçmişti halka görünmek için. oysaki bundan 2500 sene önce filan ortaya çıksaydı büyük ihtimalle herkesi kendine taptıracak, dünyanın hakimi olabilecekti. onu bırakın matrixte filan tüm robotların başı olabilecek bişey. bugün, yarın bile iş görür.

masaüstü

geçenlerde bi mesaj geldi bilgisayarı açınca. gönderen çöp kutusuymuş windowsun. herkes adına o söz almış, tüm masaüstü öğeleri adına. abi dedi ''masaüstüne atıosun herşeyi ebemz skildi bak ne bellek kaldı be yürücek boş alan, lütfen bi el atta temizleyek. sen bana gönder gerisini ben hallederim'' dedi. bende ''neden o bilgisayarım olcak götlek gelmio olm, sıkıosa o çıksın karşıma'' dedim. tabi biliorm o gelse ağır kavga edicez açmıcak bilgisayarı sonra ben hırs etçem formatı basıcam filan bi sürü iş. korkusundan çöp kutusunu yollamış bana, sanki ben bilmiyorum. ''iyi iyi bakarız'' dedim. bi süredir ne temizliyorum masaüstünü, ne de bilgisayarıma tıklıyorum, muhattap olmuyorum o ibneyle. o gelsin özürünü dilesin anca öyle.

alt tab

windowsun en sevdiğim kısayoludur alt ve tab kombinasyonu. bu sayede çok hızlı bir şekide değişik şeyler arasında dolaşabiliyoruz, aklımızı karıştırabiliyoruz. örneğin bu teknoloji sayesinde çok güzel bir kızla güzelce konuşurken alt+tab ile bir anda hırt bir porno filmine geçip çıplak insanlar görebilir ardından yine aynı alt+tab ile çok güzel kızla konuşmamıza dönebiliriz. bu çok itici ama bir o kadar da imkanlı olabildiğimizi gösteriyor. 2000 ler işte bu. bir yandan çok güzel bir kızla edebiyat üstüne konuşurken, ondan cevap beklerken koca pipili adamların, dev memeli kadınların pornosuna kısa süreliğine geçiş yapabilmek. araya daha başka şeyler katmak yaratıcılığınıza kalmış. belki biraz daha iğrençleşmek adına rotten.com dan sıçarken ölen adam, biraz iyi için serpiştirilen manzara resimleri. iyi ve kötü, güzel ile çirkin, tüm diğer karşıtlıklar bu kadar yakın olamamıştır. hepsini alt+tab ile yapabiliyoruz artık. bundan elli sene önce bir adama bir ekrana bakarak on saniye içinde güzel bir kızla görüntülü konuşacaksınız, porno film izleyeceksiniz, hiçbir zaman ayak basamayacağınız bir manzarayı göreceksiniz deseydik bu hızlılığa ve karşıtlığa şaşar kalırdı herhalde.


bisiklet yolum ve hamamböcekleri


bir televizyon programında görmüştüm, hamamböcekleri evlerde yollarını bulmak için insan gözüyle görülemeyen bir madde yayıyorlar geçtikleri yollarına. ormanda kaybolmamak için yere atılan ekmek parçaları gibi yani. böylece sanki bir otoyolun üstündeymiş gibi güvenli yolculuk ediyorlar gözle görülmez güzergahlarında. bunu bir benzerini şehirde bisiklete binerken bende yaşıyorum. genelde arkadaşlarıma giden yollar bir sürü bozuk veya yüksek kaldırım, tehlikeli cadde ağızı, çukur ve tümseklerle dolu. gide gele zamanla kaldırımın neresinde yükselti az, nerde aşağı doğru hafif meyil var alışıyorsunuz. ve bu bi anda düşünmeden oluyor. içgüdüsel olarak sürekli daha önce geçtiğiniz yol üzerinden geçiyorsunuz bisikletle. ve böylece hamamböcekleriyle aramdaki bu ortak noktayı farkettim.

şarkı sözleri açısından

düşünüyorum da şarkılar hep erkekler tarafından yazılmış çoğunlukla. ingilizcenin olayından dolayı şu he/she ayrımı hemen farkedilyio. bu durum kızlar için kötü. ben kız olsam uyuz olurdum bu duruma.


kompüterim benim


bilgisayarların gelişmesi son derece yararlı oldu insanoğluna. bunu reddedemem. ama her iyi şeyin bi yan etkisi olduğu gibi bilgisayar 90 larda çocuk olan ve 2000 lerde çocukluğuna devam eden benim gibi bünyeler için birtakım geri alınamaz sıkıntılar yarattı. insanlar bilgisayarlarla bilime, tıbba, ulaşıma filan katkılar yaparken oyunlarla da biz genç dimağlar için yıkım getirmişlerdir. şöyle ki babanın eve getirdiği ilk siyah ilkel atariden, kuş vurma oyunlu kartlısına, sega megadrive lardan amiga 500lere disketlere, komodorlara oyun kasetlere kafa ayarı yapılmasına, yolda tetris ve nintendolara, celeronlar voodo ekran kartları ve playstation 1 lerden günümüze kadar gelen bir ağın içine yapışıp kaldık. biliyorum ki benim gibi ne bir müzik aletini eline alan, ne herhangi bir spor dalıyla uğraşan veya maket yapımı gibi şeyleri hobi eden fakat bunlara karşı 10-15 yıllık oyun hayatında onlarca oyun bitiren bir akran kitlem var. bu 15 yıl bana ne kattı diye düşününce hiç bir katkısının olmadığını anlıyorum. sadece kendi içinde beceriler kazndırıyor. yeni çıkan oyunlara hemen uyum sağlama ve klavye+mouse kombinasyonunu çok rahat kullanma gibi. bunun dışında dışardaki hayatta bir çok sahnenin akla oyunları getirmesi olasıdır. ilkokulda öğrencilerin merdiveneleri çıkışını fifa 99 animasyonuna benzetir, lise de müdür yardımcısının azarlamaları esnasında onu doom dan ona çok benzeyen bir karakter gibi algılardım. dersanede bütün gün sadece oyun konuştuğum arkadaşlarım vardı! tüm bunların yanında hangi dönem hangi oyunu oynarsam hükmettiğim karakterim gibi hisseder, düşünürdüm. kalabalık yollarda carmageddon oynamayı veya yerine göre çok sevdiğim savaş baltamı yanımda isterdim. korsanlık oyunlarında pis pis sırıtırdım, omuzuma bir muhabbet kuşumuzu koymaya çalışırdım fakat her seferinde kaçardı bizim cici kuş. ama yine de tüm kompütır olayını çok seviyorum. belki beni işten güçten ve çeşitli hobilerden becerilerden etti ama onun sayesinde dünyanın görülmemiş yerlerini gördüm, bi sürü güzel kız kurtardım, uzun savaşlara katıldım, goller attım.


diziler başladı!

eylülle birlikte zorlu bir dizi sezonu daha açıldı. ana haber bülteninden sonra anneler, ananeler, babaneler yine televizyon cihazı karşısına kitlenecekler. herkesin iş adamı olduğu dizilerde hayvanlar gibi yakışıklı adamlarla hayvanlar gibi güzel kızlar hem aşk yaşayacak, hem onları çarpıtarak rahat duramayacaklar, işleri altüst edip herkesi meraklandıracaklardır. ikinci kısmı geçiyorum ama eski dizilerde herkes böyle takım elbiseli zengin kısmından değildi yahu. bizim eski dizilerimizde takım elbiseli zengin adamlar genelde art niyetli kötü adamlar olurlardı, onları el birliği ile mahalleden kovardık. biz onlar gibi pasparlak değildik. süper baba, kaygısızlar, bizimkiler, mahallenin muhtarları, ruhsar, ekmek teknesi, ikinci bahar, bir demet tiyatro, baskül ailesi, şehnaz tango, sıdıka ilk aklıma gelenler. bizden, sıradan ve kaliteli hikayeler anlatılırdı bu dizilerde hep. şimdi ise birbirine caka satan iş adamları, mankenden bozma lüks tutkunu kadınlar dolanıyorlar. dev ciplerle villalar, pahalı takılar, son model cep telefonları ve sonradan görme bir yamuk elitistlik, bolca kibir ve kendini beğenmişlik model olarak sunuluyor bu topluma. onlardan olmasa da tezgahtarlık yapan kız gelirinin 3/2 sini onlardan gördüğü telefonu almaya ayırıyor, onların hayatalrının bi yerinden yakalamak için çırpınıyor. otuz yılın yozlaşmasının minik bir örneğidir televizyon dizilerinin evrimi. dediğim gibi zorlu bir sezon bekliyor insanları, kim kimi kiminle aldatacak, bu sene fiyakalı abilerimizin elinde hangi lüks mallar, altlarında hangi dev arabalar olacak, sabırsızız..


bilgisayar arkası kabloları

bilgisayar arkası kabloları çok ilginç. uzun süreler sonra hepsi bozulmaya başlıyor birbiri ardına. bilgisayaraınız benimki gibi sol dizininizin biraz yakınındaysa her dokunuşunuzda süpriz bir hata ile karşılaşabilirsiniz. tamamen tesadüfi. örneğin kasaya bir dokunurum ses kartından çıkan kablo oynar sol taraftan ses gelmez. veya ekran kartının arkasındaki kablo oynar ekranımı bi anda sadece kırmızı renkte bulurum. bazen klavye mouse çıkar yerinden ki onlar en kolayı. beni en ürperten ise en üstteki enerji kısmına giden kalın kablonun oyunudur. bazen kasaya çarpınca orası bozulur, bana kızmışçasına cazır cuzur eder. elektriğin sesidir bu, tehlikedir. diğerleri gibi değilim der, varlığını duyurur, çarparım lan seni istesem öldürürm der. bu bilgisayar arkası kablolarına bi çözüm bulmam şart oldu fakat girişemiyorum bi türlü, cazır cuzur arkalar.


maç x tv'de izlenir adamları

maçlarda pankart hazırlayıp bir yerlere mesaj verme veya tv de görünme arzusu içinde olan adamlar dikkat çekebilmek için pankartlarının altında o maçın yayınını yapan tv ye kısa bir methiyede bulunurlar. bu genellikle kemikleşmiş bir kalıp olan ''maç şov tv de izlenir'', ''maç ligtivi de izlenir veya nerde yayınlanıyorsa orda izlenirdir. bu adamlara hiç güven olmaz. iktidar yalakası, o gün hangi kanal veriyorsa ona kapılan adamlardır. yoksa geçmiş maç şu tv de izlenir diye başka kanallarda verilen maç yayınını izlemediklerini hiç sanmıyorum. eğer bir kere o yazıyı yazdım, maç x tv de izlenir dedim o yüzden başka kanallar maçı verse de izlemem diyen v arsa alnından öper, sayarım.



Simone de Beauvoir, Jean Paul Sartre ve Ernesto Che Guevara (Küba, 1960)

amca 2000 - teyze 5000

otobüslerde bir yaşlı amca veya teyze cebinden cep telefonunu çıkarıp kurcalamaya başladığında diğer amca veya teyzeler göz ucuyla izlerler. akranlarının telefon cihazını kullanışını kendileri ile kıyaslarlar. onun kullandığı nasıl birşey, acaba sorun bende mi yoksa herkes mi kullanamıyor, sıkıntı bizlerde mi telefonlarda mı, diye düşünürler. amca ve teyzelerimizin elindeki telefonlar genellikle geçmişte oğlanın, kızın veya torunların kullandıkları sonradan yeni modellerle bir köşeye bıraktıkları yadigarlardır. işte bu haksızlığa ve daha da önemlisi karışık telefonlar ile çekilen eziyete bir son vermek için amca 2000 ve teyze 5000 (teyzelere kıyak olması için onlarınki 5000 olcak) telefonlarının üretimini hayal ediyorum. bu telefonların ayırt edici özellikleri şöyledir :

1. Öncelikle tuş takımı amca ve teyzelerin yaşlı güçleri esas alınarak tasarlanacaktır. yılların verdiği fiziksel yıpranma ile dışardan yorgun gözüken amca ve teyzelerimiz konu bir düğmeye, tuşa basmaya gelince bu kısa süreli eylemlerde o noktaya inanılmaz bir güç ile bastırabilmektedirler. telefonların yes ve no tuşları bir süre sonra içeri göçmeye başlayacağı için tuşlar normalden daha sert ve yes/no tuşlarının boyutu normalin 3 katı, tamamen kırmızı ve yeşil renkte olmalıdır.

2. Kısa mesaj yazma ve okuma zorluğu telefona yerleştirilecek küçük bir dönüştürücü ile halledilecektir. Gelen mesajlar sese dönüştürülerek dinlenilebilecek, aynı şekilde mesaja cevap sistemi de söylenilen cümleleri algılayarak yazıya geçecek, böylece mesaj alma ve gönderme telefon konuşmasından farksız olacaktır.

3. Torun çaldırıyor açma koruması: bu koruma ile son kontürüyle dedesini, ananesini vb. arayan torunların numaraları ayrı bir rehber altında kayıtlı olacak ve çaldırma anında karşı taraf açmaya kalksa bile ''torun çaldırıyor açma koruması'' ile telefon açılmayacak, torunun kontörü düşmeyecektir. açma işlemi telefondan gelen otomatik bir mesajla önlenmiş olacaktır. bu uyarıdan sonra telefon arayan torunu geri arayacaktır.

işte bu üç kritik özellik ile yaşlı amcalarımız ve teyzelerimiz hem ergonomik olarak rahatlayacaklar hemde torun eskisi kendilerine yabancı cihazlardan kurtulmuş olacaklardır. üçüncü madde ise ülke ekonomisine büyük katkı sağlayacaktır. her yıl çaldırma amaçlı telefonların açılması nedeniyle kontör kaybı, maddi kayıp ciddi seviyelere ulaşmaktadır.


öylesine düşünceler

güneş ışınları dünyaya sekiz dakikada gelmekte. gördüğümüz tüm o yıldızların bazıları şu anda yok! bize ulaşan milyonlarca, binlerce veya yüzlerce yıl önceki görüntüleri uzaklıklarına göre. gün gelir de ışık hızına ulaşmayı başarabilrsek daha sonra da ışık hızını da geçebiliriz belki. işte bu teknolojinin yakalandığını düşünelim. o zaman dünyanın uzaya yaydığı görüntüsünü geçebilecek cihazlarla geçmişe ulaşabiliriz belki de ? biraz zaman makinasına, zaman yolculuğuna benziyor fakat aslında ulaşılan sadece gerçeğin yansıması olacak, gerçek değil. uzayda, dünyanın anından daha hızlı gidebilen bir araçla dünyanın istediğimiz andaki, istediğimiz yıldaki görüntüsünü görebiliriz. ve ışık hızının üzerinde haraket edebilen teknoloji ile çok gelişmiş teleskoplar da üretilebilir. işte bu noktada inanılmaz bir şey mümkün olur. yaşanılanları yakalayıp, uzaydan kendi geçmişimizi gelişmiş teleskoplarla kayıt etmek. örneğin dünyanın uzaya doğru yayılan yansıması ışık hızının üzerindeki mekiklerle yakalanacak ve o noktadan sonra gidildikçe geçmiş görüntülerin daha yeni ulaştığı boşluklarda geçmiş izlenilebilinecektir. şu anda uzayda bir yerlerde dünyanın 2. savaşındaki hali, fransız ihtilali sırasındaki hatta dinazorların dönemindeki görüntüsü görülmekte. bunun üzerinde bir kontrol sağlanırsa kendi geçmişinizin yansımasını yakalayabilriz. doğru koordinatlarla ve teleskoplarla kendi mezuniyet gününüz, halı saha maçınızı veya doğduğunuz hastaneden çıkışınızı izleyebilirsiniz. hatta belki şu anda birileri gelecekte bizim saldığımız yansımaları topluyorlar.


maculay cülkin ve sarı saç furyası


home alone daki sarı saçlı küçük çocuk maculay cülkinin bugün doğum günü. biraz önce imdb de gördüm 29 yaşına girmiş. 90ların başı çocukları için evde tek başına büyük bir filmdi. vidyosunu evde defalarca izler kendimce misafirlere bubi tuzakları, hınzır şakalar yapmak isterdim. fakat gel gör ki bizde malzeme kıtlığı vardı. culkinlerin evde giriş kapısının yanında bir kapı vardı ki içini açınca sprey boyalardan benzine, kum torbalarından yaylara kadar her şey bulunurdu. standart bi ev değil mühimmat deposu gibiydi orası. bizim küçük bölmeler kiler moduna girmişti, yedekte tutulan bulgur, bakliyattan başka şey çıkmazdı. üstelik bunun yanında culkinlerin bodrumu, çatı arası, arka giriş kapısı gibi avantajları vardı. benim ise normal bir apartman binasında kendime uygun kaçış yolu çizecek bir alanım yoktu. ulaşabildiğim yegane tehlikeli şeyler çakmak, lastik, ip gibi standart şeylerdi. bu tutkumu yukarı kattan aşağı yumurta atarak ve tükürerek bir nebze dindirebildim. ama cülkin boş durmuyordu, michael jacksonun black or white klibinde babasını uçuruyor, my girl filminde ise romantikleşebiliyordu kızların gözünde. hafiften kıl olmaya başlamıştım artık ona. amerikan kesim sarı saçların meşhur olduğu dönemdi. kirpi gibi kapkara saçlarımızla bu akım bizleri çok vurdu. ortaokulda cülkinden kurtulduk bu sefer karşımızda bir başka amerikan kesim sarı saçlı adam geldi, titanikten jack. bütün güzel kızlar jack jack diye bayılırken bir jacke bakıp bir kendi kara saçlarıma bakmış, koca gözlüklerimle dünyada ona ve onun gibilere benzeyen son adam olduğumu anlamıştım. yıllar sonra maculay culkinin bir gazete haberinde uyuşturucu bağımlısı olduğunu öğrenmiş ve içten içe sevinmiştim bile ona uyuz olduğum için. oysa şimdi bakıyorumda ne maculaya ne de jack e artık kızmıyorum. hatta maculayın doğum kününü bile kutlardım telefonu olsa.

seri ilanlar

tam olarak nerelerde ve ne zamanlar gördüğümden emin olmasam da bir binanın üst katında cama ''seri ilan'' yazısının yapıştırıldığını biliyordum. seri ilanlar sayfasına sanki hayatım boyunca ilişmeyeceğim, alakamın olmayacağı kendince bir dünya olarak bakmıştım. oysaki kaderin cilvesi bizi bir araya getirdi. daha doğrusu bir ağustos sıcağında kadıköyde seri ilan nerede verebilirm diye 12 büfe ve 9 bakkala sorduktan sonra birbirimize kavuşabildik rıhtıma doğru. sıcak bir iş hanının en üst katında kıç kadar bir odaya yolladılar beni. içersi bit pazarı gibiydi. her yerde evraklar, üst üste birikmiş kitaplar, faturalar, fişler, kırtasiyeler, 2 tane televizyon, vantilatör, evrak çantası, klasörler, bir adet gemi maketi, yüzlerce gazete, faks cihazı, birkaç telefon, bilgisayar ve arada gözüken bir adam. nedense içerde 1970lerin havası vardı buram buram. benimle ilgilenen adamın tarzı dahil herşey eskiden geliyordu. eski bir iş hanının en üst katında 1970'lere açılan sihirli bir kapı bulmuş gibiydim. bilgilerimi verdikten sonra eski usüllerle çözdü adam işi. bir yere telefon açtı, adımı kodladı, adananın A sı, Zonguldak Z si diye. son harf R yi iki kere söylemek zorunda kaldı Rize Rize!' diye. sonrası ise sıkıntılı bir bekleyiş oldu benim için. hani televizyon sesi kısık halde karlı ekranda açık kalırken bi his yayılır televizyondan odaya. öyle bir rahatsızlık halinde geçti bi süre. daha sonra yarın posta gazetesinde pasomu kaybettim hükümsüzdür yazımın çıkacağını bildirdi, hayırlı olsun dedi. hayırlı olsun deyince bana biraz garip geldi.


sinema tarihinin rahatsız adamları

bir filmi tekrar tekrar izlettiren bazı karakterler vardır. bir süre sonra onların diyalogları ezberlenir, mimikleri akla kazınır. adamlar tek başlarına filmi izlettirirler yani. işte tüm bu rahatsız, takıntılı, dengesiz çoğu zamansalak ve saf, bazen de tehlikeli olan adamlardan bir top ten yaptım. unuttuğum diğer rahatsız, dengesiz ve takıntılılardan af dilerim.

1. Walter Sobchak (The Big Lebowski)



görev adamı, dude'ın en yakın arkadaşı walter. vietnam takıntısı ve eski karısının köpeğine bakma sorumluluğuna bowling oynarken karşı takımın çizgiye basması eklenince çıldıran walter özellikle filmin sonlarına doğru külleri serperken rüzgara karşı yaptığı konuşma ile en rahatsız adam listesinde bir numarada.

2. Cable Guy (The Cable Guy)



peltek kablocu. müşterisinin bedava kablo teklifi ile onu ruhuna kadar satın alan bir iblis. steve'nin hayatına, arkadaşlarına, sevgilisine ekşiyor, ailesi ile terbiyesiz oyunlar bile oynuyor. basketbol maçındaki canhıraç oyunu ve ortaçağ dövüşü onu en rahatsız adamlar listesinde iki numaraya taşıyor.

3. Dadan Karambolo ( Crna macka, beli macor / Kara kedi ak kedi)



listenin en dolandırıcı adamı. matko kardeşini soyup soğana çeviriyor fakat ''ülkesini seven bir işadamı'' ünvanını alıyor yine ondan. buba mara sını matkonun oğluna yamayıp bu işten içi benzin dolu bir tren kadar kar bile elde ediyor. anlık çıkışları, düğündeki dansı, el bombası sevgisiyle yukarıları çok zorlayarak üç numarada, unutmadan pitbull terrieeeer..

4. Healy (There's Something About Mary)



listenin en kurnaz adamı. tek ayağı üstünde hepimize yalanlar söyleyebilir. tipi ve tarzıyla listenin olmazsa olmaz rahatsızı. büyük bir yalancı ve müşterisinin aradığı hatuna aşık oluyor. köpeği hayata döndürme sahnesi unutulmaz.

5. Milton Dammers ( The Frighteners)



psişik filmin psişik fbi ajanı. kadınlara ve parapsikolojiye yaklaşımı ile tam bir rahatsız. jim carrey ile tipleri birbirlşerine çok benziyor.

6. Şakir (Çiçek Abbas)



listeye giren yerli rahatsız. kendi kendine racon kesen, minibüse kız atan sonra da nişanlısına yakalanıp tokadı yiyince hırsını fukara abbastan alan yarı maço yarı komik adam. sarhoş olduğu sahneler, abbası evden sktredişi ve kahvedeki atışmalar defalarca izlenilebilir.

7. Boris The Blade (Snatch)



silah işeriyle uğraşan abi. çok sıkı bi tarzı var. filmin sonlarında ay uy diye kafayı bile yiyor. ayrıca başka bir özelliği ölmemesi, evet bu abi ölmüyor.

8. Theodore Donald 'Donny' Kerabatsos



The Big Lebowski'nin listeye soktuğu ikinci adam. kendisini kalp krizi sonucu kaybettik. dilerseniz walter'in sözleriyle devam edelim:

''Donny iyi bir bowling oyuncusu ve iyi bir adamdı. O bizden biriydi. Doğa sporlarını seven bir adamdı ve bowlingi de. Bir sörfçü olarak La Jolla'Dan Leo Carrillo'ya kadar tüm Güney California sahillerini dolaşmıştı. Pismo'ya bile gitmişti. O öldü. Yaşıtlarının çoğunda olduğu gibi o da zamanı gelmeden öldü. Sen Yüce Tanrım, onu yanına aldın. Pek çok hayatının baharında genci yanına aldığın gibi. Khe Sanh'da, Long Duc'da ve 364. tepede. bu gençler canlarını verdiler. Donny de öyle. Donny bowlingi severdi. Ve işte, Theodore Donald Karabotsos. Ölümünün sana huzur vermesi dileğiyle seninle vedalaşıyoruz. Senden kalan son ölümlü külleri de çok sevdiğin Pasifik Okyanusu'nun dibine gönderiyoruz. Rahat uyu yakışıklı prens... Lânet olsun. Lânet olsun Ahbap. Üzgünüm. Lânet olası rüzgâr. - Lânet olsun Walter, seni pislik. - Üzgünüm.''

9. Barton Fink (Barton Fink)




içine kapanık oyun yazarı. büyük umutlarla hollywooda gelir fakat bulacağı şey cehennem olacaktır. bir de,

-are you in pictures ?

10. Tommy DeVito (Goodfellas)



listenin en tehlikeli dengesiz adamı. hobileri adam öldürmek ve gömmek. gömme işleminden önce annesine yemeğe de uğramış oluyor yol üzeri hem. espri yapmayı sever. üslubu süperdir.

Sipeyşıl gest: Winston ''The Wolf'' Wolfe (Pulp Fiction)



bir bakıma listenin onur konuğudur winston abi. çabuk düşünür çabuk karar verir, vakit kaybetmez. hızlı, ciddi, dediğim dediktir. 7 dakika 43 saniye sonra kapınızda olur. dedi mi olur.

''i solve problems''