bulantı ver. 1.2.

odadaki ışık kademeli açılanlardan. hafif açık ve gidip geliyor. tamamen gidecek sanıyor insan. hemen yakında duran tabaktaki yemek artıklarından gece boyunca ne yenilmiş anlaşılıyor. kek artıkları var elma kalıntılarını rengi baya koyulaşmış, demek ki çok oluyor tüketileli. tekrar çalışmama dönmem lazım ama sanırım yine bu bulantı... kahrolası bulantı. biliyorum aslında hiç bir zaman gerçekten sona ermeyecek. dışardan bir araba geçiyor, tavandaki cılız ışığın gitmesine denk geldi, farları tavandan geçti gitti hızlıca. kalkıyorum, gidip gelen cılız ışık yetmediğinden eski masa lambamı yakıyorum. bulantı azaldı, tekrar çalışmama başlıyorum. 2.8 metreyi geçmem gerekiyor oysaki hala 2 metreyi yakalayamadım! 2004'den beri kırılamadı bu rekor, ''gözden süt fışkırtma'' rekoru. haftalardır gelişme gösteremiyorum, ah o bulantı. konsantre olup burnumdan çekiyorum sütü, bir deneme daha.. yine ölçmem gerekiyor. ama yine burnumdan genizime kaçan süt, ah yine bulantı..


I want you to get mad!

I don't have to tell you things are bad. Everybody knows things are bad. It's a depression. Everybody's out of work or scared of losing their job. The dollar buys a nickel's worth; banks are going bust; shopkeepers keep a gun under the counter; punks are running wild in the street, and there's nobody anywhere who seems to know what to do, and there's no end to it.

We know the air is unfit to breathe and our food is unfit to eat. And we sit watching our TVs while some local newscaster tells us that today we had fifteen homicides and sixty-three violent crimes, as if that's the way it's supposed to be!

We all know things are bad -- worse than bad -- they're crazy.

It's like everything everywhere is going crazy, so we don't go out any more. We sit in the house, and slowly the world we're living in is getting smaller, and all we say is, "Please, at least leave us alone in our living rooms. Let me have my toaster and my TV and my steel-belted radials, and I won't say anything. Just leave us alone."

Well, I'm not going to leave you alone.

I want you to get mad!

I don't want you to protest. I don't want you to riot. I don't want you to write to your Congressman, because I wouldn't know what to tell you to write. I don't know what to do about the depression and the inflation and the Russians and the crime in the street.

All I know is that first, you've got to get mad.

You've gotta say, "I'm a human being, goddammit! My life has value!"


--Howard Beale, Network (1976)--

abanmaca yok

annemin tüm ihtarları boşunaydı. yaz tatilinde bir çocuğun, güneşin maç yapmaya elverişli olan seviyeye inmesini beklemesi çok zordu. en azından öğleden sonra 5e kadar beklemem lazımdı ki içimdeki futbol aşkı bu saatlere kadar içimde

daha fazla kalamaz, top elde yollara düşerdim. insanoğlu güneş karşısında ne kadar güçsüzdür, etkisizdir. fakat annem öyle değildi, yavrusunu öğle sıcağının güneşinden korumak için yegane silahı ''tepesi soğuk suya batırılmış şapkayı'' taktığımda güneşi kısa bi süre için yenecek gibi olurduk. kolumun altında topuma ek olarak ıslak şapkamı taktıktan sonra yakın komşulardan başlayarak zilleri çalardım. kimse o hayvani sıcakta çocuğunu aşağı yollamak istemezdi. giriş

katında emre otururdu, kapı açılınca genelde o saatlerde çizgi film izler, karpuz filan yerken görürdüm arkada, kapıyı açan annesi ise yemek saati geliyo gelemez gibi oyunlarla geçiştirirdi beni. neyseki 90lı yıllarda diyafon vardı da kapı kapı emreden başkasına gitmezdim. çaldığım zillerde genelde 'can öğle uykusunda', 'yaz tatili ödevini yapıyor' en çok da 'yeni yemek yedi inemez' lerle karşılaşırdım. tabi bunların hiç biri beni yıldıramazdı o sıralar euro 96 yazıydı ve tv de sürekli futbol izleyip, hemen aktif olarak futbol oynamak zorundaydım, gazdım. en kötü tek başıma top sektirirm layn diye maç yaptığımız yerlerin yolunu tutardım. komşu çocukları takıma çağırma girişimlerinden sonra sahaya ulaştığımda artık şapkam kurumuş işlevini kaybetmiş olurdu. neyseki içimde bir rahatlık vardı, bu sahaların etrafında günün her saati oralarda dolanan ve hep maç yapmaya hazır default elemanlar bulunurdu. topla gelen adama yaklaşırlar: ''az kişiyiz şimdi paslaşalım, adam gelince takım kurar maç yaparız denirdi'' hemen. hepimiz 8-14 yaş aralığındaydık ama adam oluyoduk maç yaparken. adam alın, adam geldi, adamın abanıyo filan . tabi her gün aynı güneşin altında sattler geçirdikden sonra bünye kuvvetleniyo, öğlen 3lerden akşam 8lere kadar çatır çatır maçlar çıkardı. default elemanlarla paslaşma kalabalıkaştıkça, adam geldikçe yerini nizami mahalle maçına bırakır, eve dönmeden de euro96 futbolcu çıkartmalarından herkes kendi eksiğini başkalarıyla kart takas ederek kapamaya çalışırdı..


sımayli

beni bu sımaylilerin bağımlısı yaptınız! diye dünyaya hakyırmak istiyordu hakan. bunun farkına vardığında önemsememişti. onlarla da olur onlarsız da olur diye geçiştirivermişti işte. gel gör ki bir süre sonra yazılan yazıların, okunan mesajların sımaylisi olmazsa hakan bir şeylerin eksikliğini duymaya başladı. yazının ne söylemek istediği sonundaki sımayliye göre anlam kazanıyordu hakanın kafasında. biri 'iyi' yazarsa karşımdakini kırdım diyor, 'iyi'nin sonunda gülen bir suratçık olduğu zaman iyi hissediyor, içi rahat ediyordu. hakan için bundan sonra sıkıntı başlamıştı. artık bilgisyarından, telefonundan, okuduğu gazetelere, dergilere hatta işinde önüne gelen belgelere, evraklara da yanında taşıdığı tükenmez kalemiyle suratçıklar ekliyor böylelikle kendisi için baştan anlamlar yüklüyordu yazılara. sözgelimi spor sayfasında takımının yediği gol yazısının ardından bir :( sevdiği yazılara :) ve ruh haline göre değişen :s, :/ ve niceleri.. yakınları bu duruma alışmıştı ama yanında tükenmez kalem, her yazının sonuna sımayliler koyan hakan için hayat bir savaş yeriydi artık.



rob-der

Yıllar sonra star wars serilerinin ünlü oyuncusu C-3PO' yu holivudda lacivert takım elbisesi, elinde bond çantası ile dolaşırken görünce çok şaşırdım. Biraz sorup soruşturduktan sonra corc lukasa yakınlığı ile bilinen C-3PO'nun rob-bir adında bir robot sendikasının başkanı olduğunu öğrendim. Holivud emekçisi robotları örgütleyen bu sendika sağ eğilimli robotları bünyesinde toplamıştı ve söylenene göre corc lukas bu sendikaya maddi destek sağlayarak solcu robotların önünü kesmeye çalışıyordu. Araştırmam derinleştikçe rob-bir'in karşısında sol eğilimli robotların örgütlendiği bir de rob-der adında bir sendikanın olduğu öğrendim. Üstelik rob-der'in başında da hayatın cilvesi olarak C-3PO'nun kader ortağı, eski dostu R2-D2 vardı.
Tüm o şaşalı filmlerden sonra iki eski dostun arası açılmış, zaten ona buna efendim efendim diye yalakalık yapan protokol droidi C-3PO'nun filmlerden sonra efendi lukas diye yalaklanması tüm dünya robotlarının kardeşliğini ve özgürlüğünü savunan R2-D2 yu içten içe gıcık etmekte fakat eski arkadaşlıklarının hatırına siktiri basamamaktadır. Derken bir akşam bol robotlu bir rakı masasında alkolün etkisiyle iki eski dost münakaşa eder ve herkesin önünde birbirlerine ağır konuşurlar. C-3PO'yu lukasın köpeği ve tüm robotların yüzkarası olarak ilan eden R2-D2 masayı terkeder ve bu olaydan sonra iki eski dost birbirlerinin düşmanı olmuşlardır.
Uzun zamandır planladığı gibi R2-D2 bu olaydan sonra Rob-Der'i kurar ve yalnızca tek film için üretilen, sonra yüzüne bakılmayan ve sefalete sürüklenen holivud robotlarını örgütler. Kısa zamanda üye sayısı artar. Kimler yoktur ki örgütte; film bittikten sonra hayat gayesi için kimi taksi, kimi halk otobüsü, kimi inşaatlarda vinç kılığına bürünen transformerslar, Artificial Intelligence'ın masumu küçük David, 2001 a space odyssey'den HAL 9000 ve nice figüran robotlar. Çoğu en fazla bir filmde boy göstermiş sonrasında unutulup gitmişlerdi.
Arkasına lukasın maddi gücünü alan C-3PO ise kimi ünlü robotları Rob-Bir'e katmayı başarmıştı. Bunlar arasında sert robotlar, ağır abilikleriyle ünlü Robocop, Terminator, b166er gibi karanlık isimler vardı. Son filmiyle ünlenen ve şöhretin büyüsüne kapılan Wall-e de bu sendikadaydı. Para tatlı gelmiş ve R2-D2'nun eşitlik söylemleriyle pek ilgilenmemişti Wall-e
Rob-Der sık sık mitingler yapar R2-D2 parkasıyla ön saflarda diğer robotları gazlardı. Konuşamasa bile civ cuv sesleriyle komünist enternasyonel marşını mırıldardı. her sokak arasında, duvarlarda onların yazılarını görebilrdiniz; No humans No masters.


together we stand divided we fall

insanlar buluşmak için ortak olarak bilindik yerler seçerler ya. kadıköyde haldun taner, taksimde burger king, şaşkınbakkalda boyner gibi. işte böyle yerlerde ne zaman beklesem orda benimle birlikte bekleyen insanlarla ortak bir amaç uğruna birleştiğimizin, beraber bir güç bile olabileceğimizin farkına varırım. bir göz teması bir kıvılcım bizi hep beraber ordan alır kimbilir nerelere götürür bu ortak ülkü adına. ama bu hayallerim her zaman birinin beklediğinin gelmesi ve onu koluna takıp gitmesiyle bozulur. orda geçirdiğimiz ortak anlara nankörlük edip bir dönüp bakmazlar bile. işte o an üzülür, 'sende sattın bizi olm' derim içimden. bense orda kimseyi beklemem, yalnızca bu duyguyu tatmak için ordayımdır. hep bekler, hep umutlu gözlerle bakarım diğer bekleyenlere. sonuç hep hüsran hep yalnızlık. together we stand divided we fall ulan!



poster

tek isteğim o tombul efes şişesinin kocaman posterini odama asmaktı. poster desem de poster değil daha kaliteli çuha mı desem yoksa bez mi. modaya doğru çıkarken ilk defa orda gördüm onu. bakkala promosyon olarak gelmişti efes biracılıktan.en güzel pozuydu, lacivert fonun önünde poz vermişti, en dayanılmaz en çekici haliyle. bakkal sahibi de sanki istemezmiş gibi dükkanın dışına, en uç noktaya asmıştı oraya layık görmüştü. ilk görüşümde karar vermiştim benim olmalıydı ya rızayla ya da zorla !
önce bakkalla konuştum, fazla varsa bana verir mi diye, yok dedi kalın bir sesle. dışardakini bana verir misiniz dedim yine yok dedi. bende şansımı başka bakkallarda özellikle mahallemin tanıdık köşe bakkalında denemek istedim. sordum, 'yok ama gelir! gelince de ben sana ayırırım!' dedi köşe bakkal, hızlı hızlı konuşur. tabi ben beklemek istemiyordum, en kısa zamanda onu almalıydım. odamın en güzel duvarı ona ayrılmıştı. köşe bakkalı bekleyemeycek kadar aceleciydim bu konuda. okulumun ordaki bakkal babacan bir adamdı, halimden anlayacaktı. gittim konuştum ve arkada bir kaç tane bira afişinin olduğunu bunları kullanmadığını bana verebileceğini söyledi. bakmak için dükkanın arka kısmını gittiğinde kalbim yerinden çıkacaktı nerdeyse, sonunda tombul şişemin posterine kavuşacaktım. fakat elinde iki tane posterle geldi. bunlardan biri marmara34 diğeri ise miller afişleriydi. aklımda efes tombul şişem olmasına rağmen kabalık etmemek için babacan bakkalın afişlerini aldım. bu arada gün aşırı köşe bakkala uğruyor efesçiler geldiler mi, tombulumu bıraktılar mı diye soruyordum, ama duyduklarımla evime hep boynum bükük dönüyordum köşe bakkaldan. babacan bakkalın verdiklerine ise bir türlü ısınamıyordum. marmara34 saygı duyduğum bir biraydı fakat posterin tasarımı çok çirkindi. şişenin önünde bi takım gençler eğlenir gibilerdi, hiç bu kadar güzel ve yakışıklı insanların marmara34 ü böylesine seveceklerine kendime inandıramıyordum, çünkü marmara34 genelde son parayla alınan biradır, alıcısı da birbirini gözünden tanır! ordakiler bir yalandı. o posteri birkaç gün sonra yırtıp attım! miller a gelince o hep bana uzak, samimiyetsiz olmuştur, şimdi neden buraya gelip karşımda dikiliyor? üstelik hayatın cilvesinden olsa gerek pahalı bira olmasına rağmen afişi çok kötü kokuyordu, kararımı vermiştim onu da istemiyordum! asıl istediğimi rıza ile değil zorla elde edecektim anlaşılan, modadaki ilk gördüğüm tombul şişe posterini çalacaktım! planım şuydu hava karardığında küçük bir çakıyla bağlandığı ipten onu kurtaracak arkama bakmadan kaçıracaktım onu. kesmem gerekiyordu çünkü başta dediğim gibi poster değil daha kalın bez gibi bişeydi ve iplerle bağlanmıştı. defalarca düşündüm, erteledim ve en sonunda yapamadım. çünkü bir gün bakkalın onu kaldırdığını gördüm. ne bana verdi ne de çalmama imkan verdi!
artık her eve dönüşümde köşe bakkala soruyorum, nerde efesçiler, nerde o kalpsizler, biliyorum beni kandırıyorsun diye de söyleniyorum. alttan alıyor köşe bakkal, yaramı deşmiyor.,,


otobus

ben çok aceleci biriyimdir sizden saklayacak değilim. evimden okuluma giderken aşağıdaki caddeyi kullanırım, ordan otobüsüme binerim. İşte o aşağıdaki caddeye gitmek içinde yeri kesmiş demiryolunun üzerinde yükselen köprüyü kullanmam gerekir. çoğu zaman koca bir dağ gibi gözlerimin önünde büyüyen bu köprüden inerken cadde ve otobüs durağı görüş alanıma girerler. buraya kadar herşey normal. fakat acı olan ben her zaman köprünün tepesine ulaştığımda gözümün önünden otobüsler vızır vızır geçer giderler, yetişemem. kimi zaman durağı gözüme kestirir ufaktan bir maratona başlar yakalarım otobüsü. ama erken de çıksam geç de çıksam mutlaka gözlerimin önünden benimle dalga geçercesine bir otobüs kaçar gider. kimbilir belki de beni aceleci yapan bu otobüslerdir. yine bir gün tepede güneş, sırtımda çanta ben köprünün üstünde yürüyorum, bir gözüm durakta. ödüm kopuyor yine otobüs inadına gelip kaçacak diye. tam köprüyü aştım derken pırıl pırıl kırmızı bir otobüs görünmez mi. koştum da koştum, bu sefer kaçamadı namussuz. zafer benim olmuştu. üstelik boş bir otobüstü ki bu her zaman görebileceğim bir durum değildi. o zafer sarhoşluğuyla hemen kendimce saçmaladım; demek ki artık işler yoluna girmişti, bir daha otobüsler benden kaçamayacaklardı! en güzelinden bir cam kenarına kuruldum, koştuğum için biraz yorgun ama mutluydum. yolu seyretmeye başladım. fakat kızıltopraktan sonra kadıköy için soldan gidilir, baktım otobüs son hız sağdan gidiyor. sordum öğrendim meğer ben otobüsü yakalama heycanıyla tabelasına bakmadan kadıköy yerine mecidiyeköy otobüse binmişim. o günden beri gözüm otobüste değil tabelasında ona göre koşuyorum.evet.


dağcı

geçenlerde bi film aldım kendime. stallone nun filmi 'dağcı'. star tv hep verir, aslında vasat bir aksiyon filmdir. ama çocukluğumdan bir hatıradır, amigamla defalarca oyununu bile oynamıştım. 'dağcı' gibi bir filmin hastası da olunur mu demeyin. fakat filmi izledikten sonra özel seçeneklerdeki stallone yorumlarını izlememle hayal kırıklığı yaşadım ve saygısızlığa uğradığımı hissettim. ilk görüntülerde stallone konuşurken 1993 yapımı 'demolition man' filmindeki geleceğin polisi üniformasıyla konuşuyordu. bir filmin yorumunu başka bir filmleri çekimleri esnasında o kostümünle yapmanı hiç unutmicam stallone ! Bu kadarı olsaydı affedebilrdim belki. diğer görüntülerdeki yorumlarında ise bir yandan konuşurken bir yandan da spor salonunda halter kaldırıyodu, ağırlık çalışıyordu türlü türlü şeyler yapıyordu stallone. öyle tahmin ediyorum ki çekimleri de el kamerasıyla bir dostu yapıyordu, o kadar rahat o kadar vurdumduymazdı stallone. olmadı stallone bu hiç olmadı dağcı...