Pitcairn Adaları

büyük okyanusun güneyinde, tahiti yakınlarında tek kenti ve aynı zamanda başkenti adamstown olan, en önemli özelliği nüfusu 46 olan bir ülke var. birleşik krallığa bağlılar. korsanlık oyunlarındaki gibi krallıktan başlarında atanan bir vali var. şu anki valinin adı da george fergusson. wikipedia ya göre televizyon, internet, ve telefon bulunan adamstownda şehir sakinleri genellikle vakitlerini yiyerek, uyuyarak ve adanın diğer taraflarında meyve ve yiyecek toplayarak geçirirlermiş. çok özendim bu işe yahu. ben derim ki toplanalım burda beraber yeme,içme, uyuma ve meyve toplamayı sevenler olarak göçelim oraya. kaynaşırız ordakilerle gül gibi yaşarız savaştan, sıkıntıdan, ekonomiden uzak.



yanda tüm adalıları beraber görüyoruz, güler yüzlü iyi insanlara benziyolar. ben 32 kişi saydım fotoğrafta. biri de resmi çeken olsa 33. hemen hemen hepsi onlar nüfusun.
http://www.government.pn/ diye de devletin bir internet sitesi var. dizaynı filan çok hoş tatil köyü sitesi gibi, e-mail adresi filan satıyorlar aylık 5 dolara pn uzantılı.

insanlar laflamayı çok seviyorlar

bir hafta içinde birbirinden alakasız üç insan bana lafladı. çünkü yaşadığımız toplumda karşıdakinin hatası üzerine muazzam bir götkalkıklığı ile üste çıkma, laflama isteği var. ve bu karşıdakinin bir hatası olmasa bile sırf laflayanın kendi bakış açısı üzerinden gidebiliyo. alttan almak, idare etmek gibi şeyler tanımadığım insanlarda bitmiş sanırım. eskiden böyle değildik. gittikçe daha saldırganlaşan bir topluluk oluyoruz. tabi bunda son 30 yılın birbirimizi yarıştıran ,rekabetçi popülizmi etkili. hatta en büyük etken. bu hafta ilk terslenişim yani birinin bana laflayışı okula gitmek için akbili doldurduğum sırada gerçekleşti. evet geç yatıp erken kalkmıştım, bi sürü para üstü almıştım ve 50 kuruşla bir lirayı karıştırdım ve bu kadar mı para üstüm demeye kalmadan hatamı anlayıp pardon dememe rağmen çember sakallı iett adamı hangi okulda okuosun sen be! diye beni tersleyiverdi, laflayıverdi hemen. görüyo musunuz nasıl çıkıştı bana saniyesinde. olmaz mı karıştıramaz mıyız. bir tartışmaya girmeden hemen ordan yürüdüm, uzaklaştım. moralim bozulmuştu bi kere. bunun üzerine okula geldim. öğrendiğim kadarı ile bir gün önce açıklanan sınavlarda benim ve bi arkadaşımın notu gözükmüyordu yani sınava girmemişiz gibi. bunun üzerine öğrenci işlerine gidip böle böle diye anlatıcaktık durumumuzu. kapıdıdan girince aynen böyle böyle oldu demeye kalmadı sizin kağıtlar bulundu notlarınız böyle böyle ama bi kere buraya gelince önce bi bölümünüzü söyleyin dedi. yine anlamıştım ayar vericekti bana, laflıcaktı. çünkü bizim öğrenci işlerinde komşu bölüm olan almanca enformatik ile beraber duruodu o adam ve bana söylediğine göre hep enformatik öğrencileri buna gelip konularına giriyolar sonra kendi bölümleri olmadığını anlıyolardı. yani çoğu öğrencinin kendi bölümünü seçmeden onun karşısına geçmesi beni de suçlu çıkarıp kendi bölümümü hemen söylemem gerekliliğini doğuruyordu ona göre. bende kibarca zaten masasında kendi bölümümün adının yazdığını, eğer almanca enformatikte okusaydım onun adının yazılı olduğu masanın önündeki sandalyede oturup dert anlatacağımı söylemeye kalmadı nemrut suratlı amca siz öğrenciler hep böle bla bla diye 20 yıllık filan içinde biriken öğrenci hiddetini benden çıkardı. ve ben yne gülümsedim. ilk olayda kaçırmamam gereken bir otobüs bu seferde kaçırmamam gereken bir ders vardı. güldüm ve kaçtım oralardan. ve üçüncü laf yiyişim bu sabah bakkalda meydana geldi. hürriyet gazetesinin 1 lira 25 kuruşa verdiği filmi almak üzere son zamanlarda pek uğramadığım bakkala gittim. aslında alışverişlerimi köşedeki şoktan yaptığım için önce oraya uğradım fakat önceden tahmin ettiğim gibi orası böyle kampanyalara yanaşmıyodu. ama bi yandan ordan almam gereken bir liste vardı ve ekmeğiyle filan ordan alışverişimi yapıp bi süredir yüz çevirdiğim bakkala ulaştım. elimde diğer poşetle oraya girmem belki tuhaf olablir ama hem planlarım yüzünden o poşetle girmek zorundaydım hem de bakkal kazığı yememek bana pek ayıp gelmiyodu aslında. bakkala girdiğim zaman bir bakkalın en pis ortamına denk gelmiştim. içerde çevre esnaf ve kapıcılar ile
yaklaşık 5 kişilik, birbirinden güç alan grup vardı. ben gazeteyi sordum aldım ve orda orda orda bak köşede yerde hemen hemen orda diye bi sürü adam beni dükkan içinde yerdeki gizli gazeteyi bulmaya yönlerdirdi. gazeteyi bulduğudma ise içlerinden bir tanesi elimdeki poşet içinde ekmeği görerek 'burda da ekmek satılıyo' diye lafladı. evet bakınız lafladı. 2 gün içinde 3. kere başıma geliyo. bende üste çıkacak bi durumda değildim gülümsedim. bunun üzerine bana laf sokuşturan bakkal: ''eskiden benim müşterimdi de artık bilemiordum'' diye o da bana sokuşturdu, ohhh. 2 gün içinde 3 pis adamdan laf yemiştim. oysaki önce iett gişedeki PİS adama insanların bazen bişeyler karıştırabilecekleri, bunun normal olduğunu ve bunun üzerinden öyle laf sokuşturmalara gerek olmayacağını, okuldaki PİS adama bunu okulun bir hatası olduğunu ve bunda notumu öğrenemye çalışırken beni can sıkıntısından hedef olarak alıp saçma sapan laflamasından kimsenin bişey kazanmayacağını ve son olarakta bakkaldaki PİS adama da zamanında sarhoş olarak ona gittiğimde aldığım biraları daha zam gelmemesine rağmen bana pahalı sokuşturmasaya çalışmasını ve bu yüzden ondan soğuyup başka yerden alışveriş ettiğimi söylemek isterdim ki hiç biri olmadı. bunun yerine bana lafladılar. ne kadar güzel bir toplum oluverdik böyle, sanki kimse hata yapmaz, sıkıntı olmaz hiçbi ortamda gibi yaşamaya çalışan insanlar, kibir ve öfkeyle dolmuşlar bir yandan. en ufak fırsatta üste çıkmaya çalışıyorlar. bravo size.. böyle devam ettikçe, bu yönde gittikçe büyük bir çıldırma olasıdır.


soluk mavi nokta

Şu noktaya tekrar bakın. Orası evimiz. O biziz. Sevdiğiniz ve tanıdığınız, adını duyduğunuz, yaşayan ve ölmüş olan herkes onun üzerinde bulunuyor. Tüm neşemizin ve kederimizin toplamı, binlerce birbirini yalanlayan din, ideoloji ve iktisat öğretisi; insanlık tarihi boyunca yaşayan her avcı ve toplayıcı, her kahraman ve korkak, her medeniyet kurucusu ve yıkıcısı, her kral ve çiftçi, her aşık çift, her anne ve baba, umut dolu çocuk, mucit, kâşif, ahlak hocası, yoz siyasetçi, her süperstar, her "yüce önder", her aziz ve günahkâr onun üzerinde - bir günışığı huzmesinin üzerinde asılı duran o toz zerresinde.

Evrenin sonsuzluğu karşısında dünya çok küçük bir sahne. Bütün o generaller ve imparatorlar tarafından akıtılan kan nehirlerini düşünün, kazandıkları zaferle bir toz tanesinin bir anlık efendisi oldular. O zerrenin bir köşesinde oturanların başka bir köşesinden gelen ve kendilerine benzeyen başkaları tarafından uğradığı bitmez tükenmez eziyetleri düşünün, ne çok yanılgıya düştüler, birbirlerini öldürmek için ne kadar hevesliydiler, birbirlerinden ne kadar çok nefret ediyorlardı.

Böbürlenmelerimiz, kendimize atfettiğimiz önem, evrende ayrıcalıklı bir konumumuz olduğu hakkındaki hezeyanımız, hepsi bu soluk ışık noktası tarafından yıkılıyor. Gezegenimiz, onu saran uzayın karanlığı içinde yalnız bir toz zerresi. Bu muazzam boşluk içindeki kaybolmuşluğumuzda, bizi bizden kurtarmak için yardım etmeye gelecek kimse yok.

Dünya, üzerinde hayat barındırdığını bildiğimiz tek gezegen. En azından yakın gelecekte, gidebileceğimiz başka yer yok. Ziyaret edebiliriz, ama henüz yerleşemeyiz. Beğenin veya beğenmeyin, şu anda Dünya sığınabileceğimiz tek yer.

Gökbilimin mütevazılaştırıcı ve kişilik kazandıran bir deneyim olduğu söylenir. Belki de insanın kibrinin ne kadar aptalca olduğunu bundan daha iyi gösteren bir fotoğraf yoktur. Bence, birbirimize daha iyi davranma sorumluluğumuzu vurguluyor, ve bu mavi noktaya, biricik yuvamıza.


*Soluk Mavi Nokta, Dünyanın Voyager 1 sondası tarafından rekor uzaklıktan çekilen bir fotoğrafı. Fotoğraf, dünyayı uzayın sonsuzluğu içinde tek başına gösterir.

"Soluk Mavi Nokta", Carl Sagan'ın bu fotoğraftan esinlenerek 1994'te yazdığı kitabının da adıdır. Fotoğraf, 2001 yılında space.com tarafından en iyi on uzay fotoğrafından biri seçilmiştir.




kartopu

14 yaşımdayken liseler giriş sınavı için bi dersaneye gidiyodum. dersanemizde tüm kızların hasta olduğu bi matematik öğretmeni vardı. ama eleman gerçekten yakışıklıydı. masmavi gözleri ve o zamanın modası dikapriyo tarzı ortadan ayrılmış sarı saçları ile biz esmer çoğunluk arasından kendini belli ediyordu gerçekten. tek kusuru konuşmasıydı. ağzını açtığı zaman, sesi o kadar inceydi ki sabah programlarındaki dertli yaşlı teyze performasını yakalayabiliyordu veya biz dersane erkekleri olarak ona gıcık olduğumuz için hatırımda böyle abartılı olarak kalmış da olablirdi. herneyse, gün geldi dersanemizin güzel bahçesine kar yağdı. neşeli öğretmenler ve biz öğrenciler bahçede kartopu oynamaya başladık. yakışıklı sarışında ordaydı genç öğretmen olarak. ama olay şuydu genç ve yakışıklı öğretmenimiz biz erkeklerin kartopu savaşına karşılık vermezken tüm güzel kızlara ''nihaha'' diye kibar kibar gülücükler dağıtarak eşlik etmiş, onlarla kartopuna tutuşmuştu. işte herşey buraya kadardı. o anda gözüm döndü. kızlarla sınıfta, kantinde olan tüm o gördüklerimi kabul edebilrdim ama burası artık bir savaş meydanıydı. üstüme düşeni yaptım ve yağan karın balkon altında kalmış, gün ışığı görmemekten buzlaşmış kısmınından kafam kadar bir parça kopardım, genç sarışın mavi gözlü öğretmenimizin arkasından gizlice yaklaşarak tüm o buz parçasını ensesine gömdüm ! o kadar büyük bir buz kitlesini ensesinde yiyen bu genç yakışıklı öğretmen sarsıldı ve 3-4 saniye kadar olayın ne olduğunu anlayamadı. sonra ona bu işi yapanın ben olduğumu anladı ve tüm o sempatik yakışıklı kimliğini geride bırakarak benim, 14 yaşında kendisinin kardeşi olacak küçüklükte bir çocuğun peşinden hırsla koşarak yaklaladı, beni karlara gömdü burnumdan kulaklarımdan genzimden kara batıdı. kızlar onu bu halde görselerdi kesin soğurlardı ama göremediler. işimi bitirmişti. ama yine olsa yine yapardım, ensesine buzu yemişti bi kere. tüm üstüm sırılsıklam erimiş buz da olsa eve dönerken mağrurdum, dersane erkekleri olarak ona mesajımızı vermiştim..


güvercin yavruları

son bir yıldır evimin tuvaletindeki boşluğa açılan camın ötesinden vik vik sesleri geliyor. ardından bir kuşun kanat çırpış sesleri. anladım ki kuşlar oraya yuva yapmışlar ve yavruları var. hava karardıktan sonra ne zaman tuvalete girsem ışığı yakmamla beraber ötüşmeye başlıyolar. tuvaletteki buzlu camdan vuran ışık onları da aydınlatıyor belli ki. ya uykudan uyandırıyroum onları ya da anneleri yiyecek bişey getirdi diye heycanlı bi şekilde tepki veriolar. onlara rahatsızlık verdiğim son derece açık. bende son bir yıldır onlar böyle bir anda yakılan ışıktan ürkmesinler diye küçük kitap okuma lambamla giriyorum tuvalete. bu durumda onların camına ışık gitmiyo rahatsız olmuyolar. uzun bi süreden sonra bu olay bende alışkanlık haline geldi. eskiden tuvalete girmeden hemen kapının sağındakii düğmeye elimi atar ışık yakardım hiç düşünmeden. artık bu alışkanlığım son buldu onun yerine her zaman aynı yerde duran küçük kitap okuma lambamı alıyorum. hatta arkadaşlarımda kaldığım zamanlarda bile sanki ışığı açmamam gerekiyomuş gibi davranıyorum. 1 yıldır belki 2. veya 3. nesil güvercin çıkıyo bizim ara boşluktan, onları en az rahatsız etmenin verdiği sevinç var bende arada vık vıklıyolar hem seviniyorum ordasınız büyüyosunuz diye hemde üzülüyorum rahatsız oluyosunuz belki bizim yarattığımız beton dünyaların arasında..


mecdiyeköy otobüsü veya hüzünlü bir die hard sendromu

bazıları der ki yeryüzünde cehennemi yaşamak için iki yol vardır: birincisi sıcak bir ağustos öğlesi mecidiyeköyde kalabalık arasında kalabalık bir bostancı otobüsü beklemek. diğeri ise tam da yeni başımdan geçen soğuk, yağmurlu ve kalabalık bir kış günü mecidiyeköyde kalabalık arasında kalabalık bir bostancı otobüsüne binmek. öyleki tüm gün tam randımanla çalışan pantalon paçaları eve dönüşte yediği yağmurdan garipleşir, ekşir. ayakkabının üstünde potlanma yapar orda birikir paçalar. elde eve götürülecek poşetle bir süre bekeldikten sonra bostancı otobüsüne atlanır. oturacak boş yer olmasada sorun değildir, ayakta yolcu yoktur ve hemen en arka iniş kapısının önündeki direğe dayanılır. oysaki saat, günün en kötü saati ''iş çıkışı, yollar kalabalıktır saati''dir. duraklardan üçer beşer toplanan yolcularla, ayaktaki haraket edebilme özgürlüğüm küçülmeye başlar. köprüye yaklaşırken artık içerde şov vardır ve dışarısı çok soğuk olsada bu kadar insan sayesinde içerisi ısınır camlar tamamen buğu olur. üstümdeki montu çıkarmak için de çok geçtir artık. ayakta yolculukta, mont çıkarıp tek eli o montu tutmaya zorunlu hale getirmek büyük bir kumardır. kimi zaman iki kolun ayakta kalmaya yetmeyeceği virajlarda ve kalabalık içinde bende mont dursun yük olmasın düşüncesiyle çıkarmamışımdır. camlar ve gözlüğüm buğu olduktan sonra artık koca montun içinde kendimi denizlerde yaşayan su minaresi gibi hissederim. nerde olduğumu bilmeden, görme yetimi kaybetmiş,terlemiş, sıkılmış bunalmışımdır. fakat beterin beteri vardır. köprü çıkışı durağı olan o kritik duraktan az yolcu binsin diye dua ederim. tam o anda şlak diye benim olduğum bölgenin kapısı, yani arka kapı açılır ve üstüme doğru birinin beresi yıllardır görmediğim önünde kocaman FİSCHER yazan beresiyle iki tane amca koşmaya başlar. şov mast go on diye binerler artık hacmen dolan otobüse. beresiz olan amca önümde kendine yer bulur. önüm dediğim ise benim burnum ile onun ensesinin arasının 2cm e kadar indiği alandır. otobüs artık anadolu yakasında seyrine devam ederken, ben sıkıntıdan amcanın ensesinden çıkıp kesilen kılların çıkma yerinin siyah noktalarını saymaktayımdır. tam o anda kötülerin kötüsü, iğrenç bir şey olur ve otobüs ani fren yapar. bu ani fren ile arada 2 cm olan benim burnum ile amcanı terli ensesi bir araya gelir. ve o anki nefesimde buram buram amca terli ensesi kokusu teneffüs ederim. ama öyle böyle değildir bu koku. tam bir erkek kokusu, hemde erkeğin ensesi kokusudur ki umarım düşmanımın başına gelmez, koklamaz onu. ölmeden mezara girmektir amca ensesinin kokusunu içine çekmek. o fren anı saliseler sürse de beynimin içinde oturan küçük adam o anlarda haaaaaayırrrr diye bağırdı bunu duyduğuma eminim. amca ensesi kokusundan kurtulmam bikaç dakikamı aldı tam emin olamıyorum, ve anladım ki benim ineceğim durağa azıcık bir zaman kalmış. hemen düğmeye bastım, kapı açılınca üstüme esen soğuk rüzgarla birlikte yeniden doğduğumu hissettim. amcanın ensesini geride bırakmıştım, kurtulmuştum ondan. suratıma çarpan havayı sevdim, yaşamak ne güzeldir bir daha anladım.


sarhoşken nasıl ağzımız kayıyosa bilgisayar başında da aynı şey gerçekleşiyor. yazılanlar aynı sarhoş ağızdan çıkan sözcükler gibi bozuk. örneğin:
naber yerine maber, olsa yerine osla en çok kullanılan sarhoşluk yanlışlarından.