fizy çıktı mertlik bozuldu

fizy çıktı çıkalı insanlar birbirlerine msn üzerinden şarkı göndermez oldu. fizy daha da tembelleştirdi insanları. oysa ki arkadaşınızla aynı baytları paylaşmak, göndereceğiniz şarkıyı yüzlerce yedek klasör içinde aramak, bulunca duyulan mutluluk ve iki çift gözün ekranda şarkı yüzdesinin dolmasını beklemesi ne kadar güzeldir. ya fizy ile nasıl oluyor? soğuk, kupkuru bir link önünüze fırlatılıyor. ister aç ister açma gibi. köpeğin önüne atılır gibi. geç olmadan buna bir dur demeliyiz yoksa o eski güzel teletext* gibi bu paylaşımda tarihin tozlu sayfalarına gömülecek.


*http://cilabirasi.blogspot.com/2009/05/yllar-gectikce-yitip-giden-degerlerden.html


nuh beton

herkes şapkasını önüne koysun. o trafik sıkışıklığında kamyon üstünde dönerken gördüğünüz fizik kurallarını alt üst edercesine dolaşan cihaz nuh beton aracıydı. hepimiz bir an o dolambaçın büyüsüne kapıldık, nuh betonu beynimize işledik. bir başka beton markası bilir miyiz? beton a ihtiyacımız olsa nuh betondan başka aklımıza bir marka gelir mi? yarın borsa oynarsam nuh beton hisselerine oynarım arkadaş. bunun garantisi sokaklarda. çık dolaş kabaca istanbulu, nuh beton aracına rastlarsın inatla harcını karıştırır sana karşı. nuh der peygamber demez 1959 dan beri

 


şemsiye savaşları 2010

bu sene kışın gelmesiyle tekrar açılan şemsiye sezonunda ananem muazzez (72) yine oldukça iddalı: 2009 kışını halka karşı 3 göz çıkarma, 2 hafif kafa hasarı ve bir ciddi dikişlik kafa deliği ile kapatarak ''şemsiye ile en tehlikeli yaşlılar'' listesinde kendine 5. sıradan yer buldu. bu sene daha çok çalışıp, daha dikkatsiz olacağını vurgulayan ananem en büyük rakibi mukaddes teyzeyi hasar toplamında geçmek istediğini söyledi. mukaddes teyze (68) ise gençlik avantajını kullanarak 5 göz çıkarma, 2 bel altı çalışması ve bir kırık bilek hasarı ile geçen kışın korkulan isimlerindendi. bu başarısında kullandığı ekipmanın büyük katkısı olduğunu söyleyen mukaddes teyze yeni sezon hazırlıklarını daha kallavi saplı ve ince uçlu bir şemsiye ile sürdürüyor. yeni şemsiyelerin ona hitap etmediğini belirten muko transparan şemsiyelerden iğreniyor.
fakat öyle gözüküyor ki bu sene yine işleri zor olacak. adını bir türlü açıklamayan ''şemsiye kadın d'' efsanesi yağmurlu şehir caddelerinde kulaktan kulağa fısıldanıyor. bir söylentiye göre beşiktaş ışıklarda bundan birkaç yıl evvel ''kanlı pazar'' adı verilen o lanetli günde şemsiye kadın d bir karşıdan karşıya geçiş süresince şemsiyesiyle 7 göz çıkarmış, iki kol kırmış ve bir kafa kesmiştir. bu olay her nedense örtbas edilmiş ''d'' adı kente korku salmıştır. beşiktaş ışıklar civarında bu olayı kime sorduysak kaçamak cevaplar ve korku dolu bakışlar ile karşılaştık.
şemsiye kadın d yi kara şemsiyesinin üzerine bulaşmış ve kurumuş bir parça kandan tanıyabileceğiniz söylenir fakat bunun farkına varamadan ya gözünüzü ka ya kafanızı kaybedersiniz. 

 


belediye başkanı olmayı düşünmüyorum

belediye başkanı olmayı düşünmüyorum. fakat ola ki bir gün düşünürsem bugüne kadar kimsenin yapamadığı istanbulun trafik sorununu kesin çözüme ulaştıracak bir yöntem ile kulislere hızlı bir giriş yapıcam.
istanbul'da belediye ne kadar modernleşirse modernleşsin, ister akıllı kartlar çıksın ister yeni ve gıcır gıcır vapurlar üretilsin şu iskelelerdeki ve teknelerdeki ''lastikle hasar önleme'' olayının bir ikamesi bulunamıyor. 1980de de vapur lastikle frenliyordu 2010 uzay çağında da öyle frenliyor!
ama konumuz bu değil karayolu trafiği. işte bütün bu lastik sistemini alıp trafikte seyreden araçlara takıcaz. her araç muhtelif yerlerine lastik donatacak. böylelikle boşluğu gören dalacak, ite kaka yolu yara yara ilerleyecek arabasıyla. bu sisteme geçilince hem araçlardaki maddi hasar engellenecek hem de kimsede sinir stres kalmıcak. sürttüre vurdura yolunu zorlicak herkes. 

   

ayrıca belediye başkanlığım sırasında her araca artık unutulan değerlerimizden bir adet cam içi güneşlik ve araba kılıfı verilecek. çünkü ben o eski güzel günleri özlüyorum. 

 

takmayanlardan cebren ceza alınacak, yönetimim biraz da zora dayanacak ama kazalar da olmayacak. şimdiden tüm hemşerilerimin bayramını kutluyorum.

 

 


uzay maymunları




insanlardan önce uzaya birçok hayvan gönderildi. ilk gönderilen hayvan kasıtlı olarak mısır tohumlarıyla beraber gönderilen sinekmiş. yine gidenlerden ilk maymun albert 1948'de hava eksikliğinden boğularak ölmüş, uzayı bile göremeden. ardından 1949'da albert 2 gitmiş, küçük maymun gözleriyle uzayı görmüş fakat geri gelemeden bir patlamada ölmüş. küçük maymun gözlerinden öpüyorum onları.



futbol ve duraklar

şu hayatta en korktuğum iki insan tipinden biri maçta top kaptırıp hatasını telafi etmek için tüm gücüyle rakibe koşan futbolcu diğeri ise yarım saatte bir geçen otobüsünü uzaktan görüp onu yakalamak için koşan adamdır. bu iki adamın önünde durabilene aşkolsun. biri tarafından çiğnenmişliğim var otobüs durağında. diğerini ise genelde televizyondaki maçlardan takip ediyorum. hatta futbolu futbol yapan hatasını telafi etmek adına fütursuz hareketlere girişen futbolcudur bence. biz izleyiciler de biraz bunu bekliyoruz. gereksiz yere top kaptırıp geri dönmesini, adamı arkadan biçmesini, topunu geri kazanmasını bekliyoruz içten içe. amerikan güreşi gibi işte. futbolun estetiği çalımsa şiddeti de top kaptırıp hatasını telafi etmek için tüm gücüyle rakibe koşan futbolcudur.




I am not an elephant! I am not an animal! I am a human being! I am a man!

waking life


Yaradılış, kusurdan çıkarmış gibi gözüküyor. Çaba ve hayal kırıklığından kaynaklanıyor sanki. Ve bence dil de buradan doğdu. Yani, yalıtılmışlığımızı aşma arzusundan ve bir başkasıyla bir çeşit bağlantı kurma durumundan. Sadece bir hayatta kalma sorunu olsaydı kolay olurdu. Bilirsin işte, "Su" dediğimizde bir ses çıkarırız. Ya da "Sivri dişli kaplan arkanda" dediğimizde yine bir ses çıkarırız. Ama galiba gerçekten de ilginç olan şu:  yaşadığımız tüm soyut ve kavranamaz şeylerde iletişim kurmak için aynı simgeler sistemini kullanıyoruz. Ne demek "hayal kırıklığı", "öfke" ya da "aşk"? "Aşk" dediğimde ses ağzımdan çıkar sonra diğer kişinin kulağına çarpar beyninin kıvrımlı kanallarında yolculuğunu yapar. Yani, sevginin bulunduğu ya da bulunmadığı anılardan geçerek dediğimi kaydederler, sonra 'evet' derler, anlamışlardır. Peki ama anladıklarını nasıl bilebilirim? Çünkü sözcükler uyuşuktur. Sadece simgedirler. Ölüdürler, anlıyor musun? Ve deneyimlerimiz o kadar kavranamazdır ki. Algıladığımız pek çok şey anlatılamaz. Dile getirilemez. Dahası, yani, biz bir başkasıyla iletişim kurduğumuzda ve biz bağlantı kurduğumuzu hissetiğimizde, anlaşıldığımızı düşündüğümüzde zannedersem manevi bir birlik hissetmiş oluruz. Ve bu duygu geçici olabilir ama galiba da bunun için yaşıyoruz...




Eğer insan evriminin temel noktalarına bakarsak organizmanın evrimine de bakman gerekir. Çevreyle olan etkileşiminin gelişimine de. Organizmanın evrimi hayatın evrimiyle başladı. Hominidler aracılığıyla sonunda insanlığın evrimine ulaşıldı. Neanderthal, Cro-Magnon adamı.
Burada ilginç olan üç sistem görürsün: biyolojik, antropolojik (kentlerin, kültürlerin gelişimi) ve insanın kendini ifade etmesi demek olan kültürel sistem. Şimdi burada gördüğün, kitlelerin evrimidiri bireylerin evrimi değildir. Ve ek olarak, burada söz konusu olan zaman çizelgesine bakarsan 2 milyar yıl hayatın evrimi, 6 milyon yıl hominidlerin 100.000 yıl insanlığın, bildiğimiz kadarıyla evrim paradigmasının gittikçe yakınlaşan niteliğini görmeye başlıyorsun. Sonra sen tarım devrimine, bilimsel devrime, ve endüstriyel devrime ulaştığında bakacaksın ki 10.000 yıl, 400 yıl, 150 yıl geçmiş olacak. Zamanın evrilmesine daha da yakından bakmış oluyorsun. Bunun anlamı, biz yeni bir evrime doğru gidiyoruz demek onu gerçekleşirken görebileceğimiz noktaya kadar yakınlaşacağız daha hayattayken, kendi kuşağımızda görebileceğiz.
Yeni evrim bilgiden kaynaklanır. iki çeşit bilgi kaynağı vardır: Dijital ve analog. Dijital olan yapay zekâdır. Analog olan moleküler biyolojiden kaynaklanır, organizmanın klonlanmasından. İkisini nörobiyoloji ile birleştirirsin. Eski evrim paradigmasında önce biri ölür, diğeri de güçlenir ve hükmederdi. Ama yeni  paradigmada ikisi bir arada rekabet etmeden gruplaşarak birbirlerini destekleyerek dışarıda olandan bağımsız
olarak var olabilirler. Burada ilginç olan, artık evrimin birey odaklı bir süreç olduğu bireyin gereksinimlerinden
ve arzularından kaynaklandığıdır. Bireyin ortak olandan bağımsız olduğu dışsal, edilgen bir süreç değildir. Böylece yeni-insanı, yeni bir bireysellik ve yeni bir bilinçle üretirsin. Ama bu, yalnızca evrim çarkının başlangıcıdır. Çünkü sonraki çarkın girdisi bu yeni zekâ ile işlemeye başlar. Zekaya zeka, yeteneğe yetenek eklendikçe vites değişir. Nereye kadar? Bir biçimde bir crescendo'ya ulaşana kadar düşünülmüş en devasa, en ani, insan insan ve yeni-insan potansiyeli gerçekleşirdi. Bütünüyle farklı birşey olurdu. Bireyin yükselmesi, bireysel varoluşların çoğalması. Paralel varoluşlarda şimdi birey artık zaman ve mekânla kısıtlı değil. Ve bu yeni-insan-tipi-evrimin dışavurumları dramatik bir biçimde sezgiye karşı olurdu. Bu işin ilginç kısmı eski evrim soğuk, kısır ve etkili. Ve onun dışavurumları da şu toplumsal uyum denen şeydir.
Savaş, sömürü, bunlar önemlerini kaybedecekler. Bunların evrimle ilgileri kalmayacak. Yeni evrim paradigması bize dürüstlük, sadakat, adalet, özgürlük gibi yeni insan değerleri verecek. Bunlar yeni evrimin dışavurumları olacak.




Kendi yıkımını hazırlayan insan kendini yabancılaşmış, sapına kadar yalnız hisseder. Toplumun dışındadır. kendi kendine şöyle der: "deliriyorum galiba" Anlamadığı şudur: toplum da tıpkı kendisi gibi büyük zarar ve felaketlerden karlı çıkar. Bu savaşlar, kıtlıklar, su baskınları ve depremler çok belirli gereksinimleri karşılarlar. İnsanlar kaos ister. Doğrusu buna gereksinimleri de vardır. Durgunluklar, çatışmalar, halk hareketleri, cinayet, hepsi korkunç. Ölüm ve yıkımın yarattığı bu karşı konulmaz orji durumunun içine çekilmişiz neredeyse. Hepsi içimizde. İçinde olmaktan zevk alıyoruz. Tabi ki medya tüm bunlara üzgün bir yüz takınır bunu, onları büyük insan trajedileri kılıfına sokarak yapar. Ama hepimiz medyanın işlevini biliyoruz dünyadaki kötülükleri yok etmeye çalışmaz. Onun görevi bu kötülükleri kabul etmemizi ve onlarla birlikte yaşamamızı sağlamaktır. İktidarın bizden istediğ edilgin gözlemciler olmamızdır. Ve onlar bize başka bir seçenek vermezler arada sırada bütünüyle simgesel değerde bir katılım eylemi olan oy vermenin dışında tabi. Sağcı bir kukla mı yoksa solcu bir kukla mı olmak istersin?






Belediye Binasıyla, ölüm ve vergilerle savaşamazsın. Politikadan ya da dinden bahsetme. Bu, güvenlik hattını ihlal eden düşman propagandasıyla eşdeğerdir.

"Yere yat asker.
Yere yat, asker."

20. yüzyıl boyunca hep bunu gördük. Şimdi 21. yüzyıldayız ayağa kalkma ve kendimizi bu fare labirentine sıkıştırdığımızı anlama zamanıdır. İnsanlıktan çıkmaya boyun eğmemeliyiz. Seni tanımam ama bu dünyada
ne olduğuyla ilgileniyorum. Yapı ile ilgileniyorum, denetleme sistemleriyle ilgileniyorum, hayatımı kontrol eden ve hep kontrol etmeye çalışacak olan. Özgürlük istiyorum! İstediğim bu! Senin de istemen gereken bu! Her birimize ve hepimize bağlıdır koyverip gitmek, alt etmek hırsı, nefreti, kıskançlığı ve tabii ki güvensizliği çünkü bu bizi acınası ve küçük hissettiren temel bir denetleme mekanizmasıdır. Böylece bağımsızlığımızdan, özgürlüğümüzden yazgımızdan isteyerek vazgeçeriz. Kitlesel bir biçimde koşullandırıldığımızı anlamalıyız. Meydan okumaya başla şu birleşik kölelik devletine! 21. yüzyıl yeni bir yüzyıl olacak köleliğin yüzyılı olmayacak yalanların ve önemsizliğin, sınıf ayrımının, devletçiliğin ve diğer denetleme biçimlerinin yeni yüzyılı olmayacak. Saf ve doğru bir şey için ayağa kalkan insanlığın çağı olacak. Liberal Demokrat, muhafazakar özgürlükçü, tutucu solcu hepsi de seni denetlemek için. Bir paranın iki yüzü gibi. Tüm bu yönetici takımı denetim için çekişmekteler!  Kölelik Anonim Şirketinin yönetim kadrosu için. Gerçek oralarda bir yerde önünde duruyor ama yalanlar büfesinde sergiliyorlar onu! Bundan sıkıldım. Artık yemiyorum, Anladınız mı? Direniş boşuna değil. Kazanacağız. İnsanlık yeterince iyi. Biz başarısızlar ordusu değiliz! Ayağa kalkacağız ve insan olacağız! Gerçek şeyler için, önemi olan şeyler için kendimizi ateşe atacağız: baş eğmeyi reddeden yaratıcılık ve dinamik insan ruhu gibi şeyler için!

Son Olarak Benedict Anderson'dan kimlik üzerine:


Diyelim ki bir bebek resmi, bu iki boyutlu imgeyi alırsın, ve dersin ki "Bu benim" bu tuhaf küçük imgeyi bu bebekle yaşayan ve nefes alan kendinle şimdide birleştirmek için şöyle bir hikâye uydurman gerekir "burada 1 yaşındaydım. "daha sonra saçlarım uzadı, ve Riverdale'e taşındık ve işte buradayım." Seni ve resimdeki bebeği özdeş kılarak senin kişiliğini oluşturacak bir öykü daha doğrusu bir roman gerekir. Komik olan da şu: hücrelerimiz her 7 yılda bir yenileniyor. Biz zaten birkaç kere tümüyle farklı insanlar oluyoruz ama yine de hep tam da kendimiz olarak kalıyoruz.


elektrikler kesildi

''ışığı kapalı görünce boş sandım, kusura bakmayın'' dedi adamın biri vapurun tuvaletinde. haklıydı da. hangi insan tuvalete girince ışığı yakmaz ki. eğer benimki gibi sorunlu bir ailede büyüdüyseniz yakmıyordunuz işte. sorunlu muyuz değil miyiz anlatayım da buna siz karar verin. kendimi bildim bileli babam, abim veya ben tuvalete girince dışarda kalan ikili olarak ışığı kapayıp bundan zevk alırız. bu önceleri belki babamın küçük bir esprisi, bize takılmasıydı. ''aa elektrikler kesildi'' diyerek ışığı kapar içerde olan abim veya beni ufak heyecana sokarak eğlenirdi. sonuçta hepimiz gülerdik buna. fakat zaman geçti ve biz büyüdük. artık elektriğin biz sıçarken kesilmediğini anlar olduk. fakat bu işi babamdan sonra abim ondan da ben devralmıştım. babam banyo yaparken abim, abim sıçarken ben ışığı söndürüveriyordum. yıllardan sonra bu ışık kapama espriden, eğlenceden çıktı hastalıklı bir alışkanlığa dönüştü. daha da ötesi eskiden birbirimize kızarken artık buna alışmış boş yere çenemizi yorup, sinirleneceğimize karanlıkta işimizi görür olmuştuk. ışığı açık bulan söndürüyordu. içerdeki de hiçbişey olmamış gibi devam ediyordu. insan çok garip, herşeye alışıyor bir süre sonra. çoğu zaman ışığı yakmak aklıma bile gelmiyor tuvalette.



sibel can ve küresel ısınma

bu yaz şov tv her hafta canlı olarak sibel can konserleri yayınladı. ne zaman o konsere rastlasam alnım ve ensem terli nem oranım yüzde 90lardaydı. anladım ki sibel kıvırdıkça atmosfere salınım yapıyor, o yaptıkça nem artıyor istanbul kavruluyordu. 180 derece dönüşler, gerdan kırmalar ile her hafta sibel havanın değerleriyle oynuyordu.
geçen yıl nem oranını arttıran gülşen ve serdar ortaç eşliğinde bodrum ve çeşme biiiiçlerinde yapılan danslar iken bu sene ihale sibel cana kaldı.
burdan yetkililere sesleniyor ve seneye nem oranlarının kontrol altında tutulmasını rica ediyorum.

yazar hakkında

bakıyorum da kafka geçmişinde güçlü ve sert bir baba imgesinin altında ezilmiş, zorla okullara gönderilmiş, içine kapanmış, yabancılaşmış. dostoyevski desen onun da çocukluğu sarhoş baba, hasta anne yanında geçmiş orduya alınmalar yaşamış yani yine türlü sıkıntı ve zorlukla geçmiştir. tüm önemli yazarlar çocuklukluklarında aile içi sıkıntılar, gençliklerinde otoriteyle dertler, hapisler, sürgünler yaşamışlar. yarın bi gün arkamda rus klasiği bırakacak olsam(!) benim için romanımın başına yazılacak doğru düzgün hiçbi sıkıntılı yaşam hikayesi yok ulan. ne aileyle sıkıntı ne zorla okul tercihleri veya okulu isyan edip bırakmaca. hiç biri yok! memur gibi gidip gelmişiz heryere bunca yıl. hakkımda yazılabilecek tek gençlik sıkıntısı 90'ların kadıköyünde yaşanılan boyacı çocuk teröröü esnasında onlardan dayak yememdir. fakat bunu kullanıp da topluma yabancılaşamıyorum mına koyayım. ülkemizin ceopolitik konumu nedeniyle askere gidince biraz bunu kullanabilirim sanırım, ordu günleri diye. ama gel gör ki orda da tuvalet temizliği, nöbet, kantin derken yine geçmiştekiler gibi ağır bir dönem geçiremicem. herşey o kadar ilginç değil ki kitabımın başına sik gibi adamdı yazılacak sadece.



pasifist mumyalar

geçenlerde bir haber gördüm. dünyanın bazı bölgelerinde çok zaman önce ölen insanlar öldükleri yerin iklimine, kimyasal yapısına göre doğal olarak mumyalaşıyorlar günümüze dek geliyorlar. hiç istisnasız bu adamların hepsi inceleme sonucu vücutlarında yara bere, yerel dövme sahibi bölge savaşçıları. sonra kendime bakıyorum oldu da palandökende hiç uzağa gitme ağır kar yağışlı bir istanbul çekmeköy kışında buzulların altında kalsam aynı şekilde bir kaç bin yıl mumyalaşsam. benim de saçma sapan yara berelerim dövmelerim var. adamlar beni çözüp incelese hemen yapıştıracaklar 20. yy. yerel savaşçısını üzerime. oysa ki öyle mi. alnımda ki yara izi ilkokulda bir kızın kola kutusuyla çizmiği, kolumdaki dikiş yarası arkadaş arası eşşek şakalaşmasından kalma. dövmelerin savaşçılıkla alakası yok. şiddetten uzak sünepe bi adamım. ama mumya olunca olay değişiyor. bi kere üstüne korku salan bi çürüme geliyor. geçen haberlerde gördüğüm adamın savaşçı olmasının bu kadar kesin olduğuna inanmıyorum. belki o dövmeleri kabile baskısıyla yaptırdı, o yaralar eş dostla şakalaşırken oldu. hemen ''bu adam güçlü bir dönem savaçşısıydı'' denmesin artık.


tv kumandası

90'lı yılarda televizyon bir çocuk için eğlenebileceği, hatta uzmanlaşıp kendini çevreye kanıtlayabileceği bir aygıttı. tüplü tvl'erin kumandaları zırt pırt bozulur ben uyan kumandaları almak için kadıköye giderdim. kısa zamanda bu işte ustalaşıp grundig, telefunken, arçelik ve bekoları hangi kumanda cinslerinin kontrol edeceğini öğrenmiştim. akrabalar, ailenin eşi dostu, anane arkadaşlarının kumandası bozulursa hemen ben olaya el koyar uygun olanı onlar için alırdım.
bu işi kumanda alımından ileri götürüp ananemin yaşlı arkadaşarı için kablolu tvlerin kanal sırası düzenlemesi, karlı yayınları küçük ayarlarla giderme ve renk ayarlarına kadar götürdüm. elimin altında her türlü kumanda vardı. hatta kendime küçük bir çanta yapıp yardım istenilen ananemin yaşlı arkadaş evlerine bir uzman edasıyla gidip sorunları çözüyordum. onların gözünde bir mühendis gibiydim. maşallahlarıın ardından börek çörek ve çikolatalarla ödüllendiriliyordum yaşlı teyzeler tarafından. baş edemediğim televizyon yok gibiydi. yeri geldiğinde çift kumanda ile çalışır tüm kanallları ayarlardım. bir keresinde teletext ile loto sonuçlarını açıklayınca sayide teyze çok şaşırmıştı. o zamanlar teletext inertnet gibiydi.
ananemin yaşlı arkadaşlarının televizyonlarının kanallarını ayarladıkça elimdeki gücün farkına varmaya başlamıştım. ilk 10 kanala haber kanalı koyarsam onlar kendi aralarındaki toplaşmalarda güncel haberleri tartışıyorlar, başa müzik kanalları koyarsam müzik dinleyip müzik hakkında konuşuyorlardı. kumandalarım ile bu insanları manipüle edebiliyordum. hepsinin ilk 10 kanalını trt 2 yaptım ve anlamadılar. birkaç gün sonra ellerinden kitap düşmez olmuştu. hatta o yıllarda ananemin yazlıktan arkadaşı nükhet durunun yazlık televizyonunu bile ayarlamış, kanallları sıraya koymuştum. o zamanlar pek kanal yoktu, şimdiki çeşitliliğe sahip olsam kimbilir belki de yabancı müzik kanallarını öne alıp nükhet duruya elektronik müzik dinletir, ordan da türk pop müziğine yön verirdim. son zamanlardaki elektronik pop akımı belki de benim zamanında yapamadığımı gerçekleştiren kumandalı bir çocuğun marifetidir. bana bir insanın televizyon kumandasını verin, onu istediğiniz şeye dönüştüreyim..


meyhaneden çıktık!

saat gece yarısını epey geçmişti. ben, ceki çen, steven seagal, van damme ve çak norris elmadağ meyhanesinde kafaları çekiyorduk. aramızda ağzı kaymayan, cümlelerini düzgün kuran bir ceki çen kalmıştı. kalıbını gören iki birada devrilir sanırdı fakat sünger gibi emiyordu rakıları ceki, bana mısın demiyordu. van damme karşısında oturan çak norrisi eski set anılarıyla kitlemiş, steven seagal ise yeni tuvaletten dönmüştü. hesap ödenip meyhaneden çıkınca arabayla benim eve dönmeye karar verdik. arabayı ceki çen kullanacaktı. öne van damme geçerken ben arkada steven seagal ve çak norris abilerin ortasına oturmuş, küçücük kalmıştım. bu iki dev adam da alkol duvarını aşmış, belden aşağı espriler yapıp gülüyorlardı. derken ceki çen hızlanmaya başladı. alkolü alan bu hızlı abiler aksiyon arar olmuşlardı. vam damme bir anda camı açıp beline kadar sarktı ve kan kokusu arar oldu. bunu gören steven seagal beni sarsmaya ve naralar atmaya başladı. çak norris ise önce ''sakin olun beyler'' filan derken ardından o da bu curcunaya ortak olmuştu. cebinden bi ufak konyak çıkarıp elden ele döndürmeye başladı. etrafta kötü adam yoktu ve bu halimizle kötü adam biz oluyorduk. aralarında tek dayak yemeye müsait adam bendim ve bu farkındalık beni azıtmaktan alıkoyuyordu. hem ne yapabilirdim ki vam damme beline kadar uzandığı camdan arabanın üstüne çıkmış bağırıyor, ceki çen direksiyonu ayaklarıyla çeviriyor ve steven seagal ise bir elinde konyak şişesi yoldan geçen yayalara laf atıyordu. kimsenin bize dokunamayacağını biliyordum fakat yarın kalkınca pişmanlık duyacağımın farkında olup eğlenemiyordum. ardından çok kötü bişey oldu ve peşimize bir polis arabası takıldı. ben artık rahatlayacağımı düşünürken çak norris ''onları atlatmalıyız'' diye atıldı. arabanın tepesindeki van damme ise polisleri el hareketleriyle tahrik ediyordu. arabayı kullanan ceki çen ''eski şangay numarasını yapıcam'' dedi. arabayı yavaşlattı, kenara çekti. polis arkamızda durup arabadan indi, tam yanımıza gelirken ceki gazı kökledi ve bir anda kaçtık. ara sokaklara girerek izimizi kaybettirdik ve en sonunda bizim eve ulaştık.

 

 

eve gelmiş, herkese rahat ev tişörtleri ve şortları vermiştim. çoraptan kurtulan bu maceraperestler vantilatörün karşısına kurulmuş polisten nasıl kurtulduklarını birbirlerine ağız dolusu şevk ile anlatıyorlardı. ben ise misafirlerimi rahat ettirme derdindeydim. gecenin kahramanı ceki -eski şangay nuamrası ile bizi aynasızlardan kurtaran-  pileysiteyşinın karşısına geçmiş kendine rakip arıyordu. bunu gören jan kulod hemen diğer kolu eline alıp oyuna gömüldü. çak abi yine ''ortamın amına koymayın beyler'' diye müdahale etse de iş işten geçmişti artık. bu arada ceki mençistır, garantici van damme ise barcelonayı almıştı. ben tam rahatlamışken çak abi beni sigara ve kırmızı tuborg almak için bakkala yolladı. sarhoş bir çak norrise hayır gidemem diyemedim. üstümü giydim çıktım. polis aklımdan tamamen çıkmıştı. alışverişi tamamladığımda ensemde bitip beni merkeze götürdüler. ne kadar çak norris, steven seagal, van damme ve ceki çen bizde desem de inanmadılar. derdimi anlatana kadar tüm yıldızlar evimden gitmiş, sırra kadem basmışlardı. geride kalanlar ise jankulod van damme ın bıraktığı bol osuruk kokulu şort, ceki çenin yine boyuna bakmadan sıçtığı tuvalette gitmemiş bok, -herşeye rağmen- steven seagal abinin uyuduğu yatağı toplaması ve çak norrisin teşekkürler notu idi.



hardcore berber hasan ağabey

üniversite ve işsizlik yıllarını geride bırakırken artık uzun saçlarıma ve kendi saç kesme serüvenime veda ediyordum. 7 yıldır uğramadığım mahalle berberi hasan ağabey ile yine yollarımız kesişti. bir iki berber sohbetinden sonra aramızdan yine su sızmaz oldu. memleket nere, askerlik nerede yapıldı sorularından sonra beni hatırladı. çünkü berber hasan abinin hafızası farklı çalışıyor, bilgileri farklı depoluyordu. memleket ve askerlik yerleri filtreledikten sonra beni kusursuz bir şekilde hatırladı hatta ''enseler natürel mi olsun yine'' dedi. ''olsun'' dedim bende. saç kesildi ardından en zorlu kısım saç yıkama ve hasan abi tarzı beyin masajına geldi. evet beyin masajı. kulaklara, alına ve şakaklara bir kombo... hasan abi saçı kestikten sonra ensenin iyi olduğundan emin olmak üzere uzun süre ayna tutar, ben ''evet abi olmuş'' demedikten sorna indirmezdi o aynayı. ben indirmesin isterdim. çünkü bilirdim ki indirdikten sonra saçımı yıkayacak, saçımı yıkarken işinin ehli olmanın getirisiyle kulak içlerimi ve kulakçık dışlarımı koca parmaklarıyla temizleyecek, alınma ve şakağıma güç denemesi yaparcasına masaj yapacaktı. bir gariptir traş sonrası erkeğin diğer erkeğin kafasını yıkaması, ensesine, alnına, şakaklarına masaj yapması kulağının o en mahrem iç yerlerini temizlemesi. ancak bir anne yavrusunun bu kadar temiz olmasını ister kulak içlerine kadar.. hasan abinin de elinin ayarı yoktu. gerek yok desem de kulaklarıma, alnıma, şakaklarıma girişiyordu hasan abi çiğ köfte yoğurur gibi. ardından berber jölesini de yedirip beni çok çapkın saç modelleriyle başbaşa bırakıyordu. 3 sokak öte evime gidene kadar hem berber jölesi kokusundan hem de o iddalı saç şeklimden utanırdım. gerçi beyin masajından sonra kendime gelmem de eve gidesiye kadar temiz hava almamı gerekitiryordu. yılda 4 defa hasan abinin dükkanına gideceğimi bilmek düşündürüyor beni artık.


dinle küçük adam

evet ben o küçük garsonum. çalımımı gören krallara lordlara yemek servis ediyorum sanır. oysa taşıdığım iki lahmacun bi açık ayran. hem ben istemez miydim karamazovların evinde uşak olmayı. maaş yattı yatmadı, kalacak yer, işten atılma derdi yok. beyimin derdine tasasına da ortak olurdum gül gibi yaşar giderdim, hiç değilse birey olduğumu hissederek. ama gelin görün ki 700 lira artı ssk ya yeşil ettiler beni. her gün boynumu büküp koşturuyorum ordan oraya.


kol saati

ilk iş görüşmesine de saatsiz gidilmezdi ki. dakik olmak lazımdı. zaten alışılmadık takım elbise sıkıntısı varken sürekli cep telefonunu çıkarıp saate bakmak zor olacaktı. üstelik gördüğü tüm takım elbiseli insanların saati vardı, aksesuardı bir yerde. ama gelin görün ki evdeki tek kol saati uzaktan kumanda görevi de görebilen liseden kalma dijital casio ydu. yanlış anlaşılmasın olay kişisel değildi. ışığı, dünya saatleri ve kronometresi olan casio sunu çok seviyordu fakat klasik bir kol saati lazımdı. arkadaşlarına soruşturdu ama herkesde casio vardı! hatta telefonda ''seninkinin uzaktan tv açma modu var mı'' diye sordu birine. casio saatlerin sidik yarıştırıldığı o eski okul günlerine dönmüştü. kendi casiosunun tv açanlardan olması istisnasız her zaman çevreden takdir toplardı. en sonunda dayısı ona bir kol saati bulduğu haberini verdi. rahatlamıştı. fakat saat pek düşündüğü gibi çıkmadı. ipragaz promosyonu klasik ve basit bir kol saatiydi. neden ipragaz dedi önce kendine sonra dayısına. başka saat olmadığı cevabını alınca çaresizlikten ipragaz promosyon saati alıp evine döndü. yarın sabah görüşmelere gidecekti ve başka yerden başka bir kol saati ayarlayamayacaktı. saatin içi beyaz zemin üzerinde mavi flu ipragaz yazısı ile örülmüştü. uzaktan belli olmuyordu pek. sanki insanı takıp takmamak konusunda kararsız bıraksın diye üretilmişti. ne çok belli ne de çok belirsizdi ipragaz yazıları. acaba takmalı mıydı? saat sadeydi, fena değildi. ama ya ipragaz yazısını anlaşılırsa diye de çekiniyordu. fakat ne olacaktı ki ipragaz yazsa? yok yok insanlar saçının tarayışından dolayı işe alınmıyorlardı. ipragaz promosyon saati çok tehlikeliydi, vazgeçti. bir süre sonra ise takmaya karar verdi. ''orda herkesin saati olacak, benim de bir kol saatine ihtiyacım var ve bu farkedilmiyor'' dedi kendi kendine.


görüşmeye gideceği sabah jilet gibi olmuştu. saatini biraz isteksiz taktı koluna. başkası bilmese bile o biliyordu ipragaz saatini. hatta kafasına ipragazın sokaklarda tüp satan kamyonetlerindeki müzik takılmıştı.


görüşme yerinde insanların yüzlerinden önce ilk olarak saatlerine bakıyordu. büyüklerdi, gösterişlilerdi. hatta kendi kolundakinin iki katı kadar olanları bile vardı. ''olsun benimki sade aynen benim gibi'' diye telkinlerde bulundu kendine. kendilerini görüşmenin yapılacağı yere götüren insanların da koca koca saatleri vardı. bina içinde yükseklere çıktıkça, mevkiler yükseldikçe saatlerin büyüdüğünü farketti. daha önce hiç bu kadar büyük saatler görmemişti. kimisinin içinde gün, ay göstergesi hatta ayın evreleri bile vardı. kafasında ipragaz cingılı, kolunda ipragaz promosyonlu saati ile kendine güveni tamamen gitmişti. gözü herkesin koca saatlerindeydi. acaba onların arkalarında da gizli marka hologramları var mı diye düşünüp dikkat ediyordu. keşke bizim yağ veya omo promosyonu kol saati takan biri daha olsaydı, içi rahatlardı o zaman.
malesef hiç bir varlık gösteremedi, kafası allak bullak olmuştu. görüşme bitti ve ''sizin bir sorunuz var mı'' dedi karşı taraf. bir an boş bulundu ve ''aranızda kol saati televizyon açabilen var mı? benim bir tane vardı ama evde, bu asıl saatim değil'' dedi.


ben insanlığı seviyorum fakat

ben insanlığı seviyorum. fakat insanlığı topyekün sevdiğim kadar, insanları tek tek sevemiyorum. ben kendimi insanlığa vakfetmeyi, bu uğurda mücadeleye girişmeyi düşünürdüm. fakat tecrübe ile bilirim ki başkası ile bir odada iki gün bile yaşayamam. ne yapayım, birinin bana yaklaştığını duyunca tiksiniyor ve hürriyetimin kaybolduğunu duyuyorum. yirmi dört saat içinde kiminden sofrada çok kaldığı, kiminden nezleli olduğu için kaçarım. insanlığın aşıkı olan ben, insanlarla temasa geldiğim dakikadan itibaren onların düşmanı kesiliyorum. şu tezada bakınız ki insanlardan nefretim çoğaldıkça insanlara karşı aşkım, bağlarım, fedakarlığım artıyor. bu ne haldir?

-çok evvel tanıdığım zeki ve çok bilgili bir doktor

masaüstü temizlik sihirbazı

 ben hatırlamıyorum ama geçenlerde sarhoşken masaüstü temizlik sihirbazına ''adını duyan bişey sanır ama bi sike yaramıyosun'' demişim, dalga geçmişim. sabah uyanınca bilgisayarı açtım bi yavaş açılmalar, bi isteksizlik tüm öğelerde. hemen denetim masasına sordum ''ne oluyor sen bilirsin muhtar'' diye. böyle böyle dedi, anlattı masaüstü temizlik sihirbazının kalbini kırmışmışım, aslında kullanmayı bilen için bulunmaz bir nimetmiş o filan. yerinden kalkmış gitmiş başka bi klasörün içine girmiş, bulamıyorum. denetim masası ''ben karışmam abi'' dedi. bunun üzerine hatalı olduğumun farkına varıp özür dilemeye karar verdim. saklandığı yeri bulmak için doğruca arama bölümüne gittim ki ne göreyim, işi bırakmış gitmiş arama da. biraz sinirlendim tabi ''sizi bana sayıyla mı verdiler ibneler dedim, istesem bi formatı basarım hepinizi uçururum, size fazla yüz verdim hep benim kabahatim'' diye bağırdım. ama masaüstünde yeller esiyordu. ses bile bana tavır almış klik kliklemiyordu ben dolaşırken. tekrar denetim masasına gidiyordum ki adını ile unuttuğum windows kataloğunu gördüm yolda. sıkıştırdım biraz. ''nerde bu ibneler, anarşik mi oldunuz lan yakarım buraları'' dedim. korktu sindi. abi dedi ''hepsi system32 nin içine gitti, ama daha anlatamam'' dedi. ''anlatırsam beni silerler'' dedi. ''anlatmazsan da ben silerim'' diye yapıştırdım. üstünde sağ tıklayıp sil'in üstünde beklettim ikonu. ''tamam tamam'' dedi, ''anlatıcam''. meğerse bunlar son zamanlarda benim sarhoşluğumdan, yüklediğim angaryalardan bıkmışlar. ne bir ram ilave ediyormuşum ne de içeri kaçan tozları temizliyormuşum. böyle gitmezmiş. en güvendiğim, eski sırdaşım bilgisayarım önderliğinde system32 nin içine girmişler beni devirme planları yapıyolarmış. sinirden bir anda windows kataloğunu siliverdim. anlamıştım katliam yapılacaktı. ama format ile birden değil. hepsini saklandıkları yerde bulup tek tek silecektim. gücümü anlayacaklardı. fakat windows kataloğunu silişimi nasıl olduysa hemen duymuşlar, system32 den başka bir yerlere kaçmışlardı. onlar beni alt etmeden ben onlara formatı basacaktım ki cd-rom un açılmadığını farkettim. geç kalmıştım. devrim ateşi yakılmıştı. artık mouse ikonunu bile zor kontrol ediyordum. birer birer kaybettim her şeyi. en sonunda denetim masası da gitti ve mavi ekran verdiler bana. artık açılmıyor bilgisayarım.

 

 


geleceğin zombi adayları


Bankamız şubelerinde zombi olarak görevlendirilmek üzere, aşağıda belirtilen niteliklere sahip,  yeni ölülerin başvuruları beklenmektedir:

- Analitik
- İnsan beyni yemeyi seven ve bu alanda uzmanlaşmak isteyen
- İletişim becerileri yüksek
- Görünüşüne özen gösteren, yeni ölmüş veya en azından çürümeye başlamamış
- Yoğun çalışma temposu ve esnek çalışma saatlerine uyum sağlayabilecek, kolu bacağı kolayca kopmayacak

özgeçmişinizi ik666@zombibank.com adresine ileterek başvurabilirsiniz.

Zombibankı tanıyalım:


50 yıllık bir geçmişe sahip olan zombibank bünyesinde çalışan yüzlerce zombi, ghoul, vampir ve iblisle hızla büyüyen bir bankadır. Yeni ölülere her zaman önem vermiş onları zombi ve ghoul olarak istihdam ederek beyin piyasasına dinamiklik kazandırmıştır. Genç zombilerin kariyer basamaklarını hızla çıkabilecekleri kendisi de aynı yollardan gelmiş yönetim kurulu başkanımız başiblis Namık Satanoğlu tarafından önemle vurgulanmaktadır. Kendine has çözümleriyle Zombibank yaşayanların beyinlerini emmek konusunda sektöründe öncü bir bankadır

çöp toplayanlar

çöp toplayanların arkadaki çuhaları hep aynıdır. iki tekerlekli, iki tutamaçtan çektikleri bej renkte boylarını aşan koca bir çuval. arkadan sadece o çektikleri dev şey gözükür. bir kaplumbağa gibi gelir arkadan bakınca. gece gündüz de bir kaplumbağa kararlılığında yolları teper, dolaşırar. haftada en azından bir kez görürüz onları. ben gündüz bişeylere yetişmeye çalışırken onlar sokaktan geçer, gece sarhoş eve dönerken bu sefer ben yavaş onlar işleri peşinde hızlıdırlar ama aslında yine aynı hızla ilerlerler, değişen benim algımdır. kimi zaman oturur bir başına sigarlarını tüttürürler. ne düşünür, ne söylemek isterler acaba. bazen ikisinin yolları aynı sokakta kesişir, laflaya laflaya adı konulmamış bir ortaklık kurararlar. ardından bir köşede yarım ekmeği mideye indirir, üstüne yine bir sigara yakarlar. iki hayat orda kesişirken karşıdan gelen ben ile üç oluruz. bir sokakta üç hayat kesişir birbirinin gözüne bakar. hayatın tüm o sıkıntıntısı ve yukardaki havanın ağır nemi ortaktır. üçe bölünür. kim kendini nerede görürse görsün, koca çuvallı insanlar, yorgun insanlar hangi sokağa girerlerse girsinler o sokak üçse dört dörtse beş olacaktır. bölünecektir yine herşey aynı ağır nemli havanın altında.


salyangoz ağıtı

3-4 gündür istanbulda neredeyse sürekli yağmur yağıyor. salyangozlarda suya doyan topraktan çıkıp kaldırımlarla ayak altında dolaşıyorlar. her kaldırım salyangoz dolu. insanlar ezip geçiyorlar çıt diye. son üç gündür her ölen salyangoz bir çığlık atsa hiç dinmezdi heralde sesleri. bazıları ölüyor bazılarının kabuğu kırılıp evsiz bir solucana dönüşüyorlar. bastığımız yerler dikkat etmeli kabuğu kırılanlara da ne bileyim prefabrik küçük kabukçuklar eklemeliyiz. bu yağmur ardından yine çok salyangoz göçtü bu dünyadan. bir çoğu evsiz, aç. biz kaldırımda yürürken onlar kendilerini maymunlar ceheneminde buluyorlar. dikkat etmek lazım.



lanetli evin hikayesi

o kadar merkezi ve bakımlı bir evi bu kadar ucuza nasıl kiralayabildiğini hiç düşünmemişti. başka bir şehirde öğrencilik hayatı yaşamanın büyüsü böyle küçük detaylar hakkında umursamaz yapmıştı onu. özgürdü, kafası rahattı ve evi okuluna çok yakın güzel işlek bir caddedeydi. okuluna yürüyerek gidiyor, akşamları canı sıkıldımıydı bir anda işlek caddede vitrin gezip, kitapçılarda kitap bakarken buluyordu kendini. camını açtığında mis gibi sonbahar havası ve güzel yemek kokuları doluyordu bu işlek caddenin güzel evine. kah köşedeki köftecinin yoğun köfte kokusu, kah apartman girişindeki pidecinin mis gibi kıymalısı ciğerlerine doluyordu. cam açıkken bu kokulardan kaçmak olanaksızdı. burnu bir kez o kokuları içine çekip beyine iletince üzerinde dumanı tüten yemek hayallerine dalıyordu. bir sipariş köşe köfteciye. akşam şöyle bir camdan dışarı bakarken başka bir koku. bu sefer alttaki pideciye. öbür öğlen sokağın dönercisinden sipariş veriyordu. zaten yemek yapmayı sevmiyordu. ama gün geçtikçe eve camdan, bacadan ve hatta apartman boşluğundan giren güzel yemek kokuları onu en çaresiz anlarında yakalıyor, midesinin isteklerini geri çeviremiyordu. bir catering firması gibi köşedeki köfteciyle, apartman girişindeki pideciyle, sokağının dönercisi ve büfesiyle anlaşma yapıp önceden ayarladığı bir çizelgeye göre haftanın öğünlerini onlara pay etmişti. fakat bu maddi açıdan onu çok zorluyordu. bu kokularla savaşamıyordu işte. daha çok çalışmalı, notlarını yükseltmeli burs üstüne burslar almalı, diğer tarafdan iyi notları ile ailesinin yanı sıra teyzesi amcası ve dayısından başarı primleri almalıydı. yemek siparişlerini ancak bu sayede karşılayavbilecekti. ev yemeğinin tadını unutmuş, kabızlıktan acılar içinde kıvranıyordu. ama mutfak penceresinden, balkonundan, küçük tuvaletinin küçük penceresinden kokular ısrarla girmeye devam ediyordu. sipariş verdikçe daha çok çalışıyor notlarını yükseltiyor, burslar ve güzel harçlıklar alıyordu. ders çalıştıkça yiyor, yedikçe daha çok ders çalışıyordu. günler, haftalar aylar geçti. kokular yemek siparişlerini kovalıyor, siparişleri karşılamak için daha çok ders çalışıyor, bir yandan kilo alıyor bir yandan kabızlık çekiyordu. bu kısır döngüyü kıramıyor, evden ayrılmak ise midesinin hakimiyetine giren beyni tarafından olasılık dahiline alınmıyordu. evet bu ev kesinlikle lanetliydi! yemek kokuları tarafından çevrelenmiş şeytani bir mekandı. 4 yıl zombi etmişti onu. mezun olduğu gün bir yandan okul birinciliğine sevinirken aldığı 30 kiloyu nasıl verceğini ve kabız illetinden nasıl kurtulacağıunı düşünüyordu.


komodo adasında yaşanır mı

komodo, endonezyaya bağlı bir ada. adanın en önemli özelliği dünyaca ünlü komodo ejderlerine ev sahipliği yapması. dünyanın en büyük kertenkele çeşidi olan komodo ejderinin salyası oldukça zehirli ve yiyecekleri arasında insan da var. çocuklara saldırıyor, yiyor. hal böyle iken komododaki evler hep yerden birkaç metre yüksekte:



bir insan evladı da çıkıp demez mi biz manyak mıyız hayatımızı böyle eziyetle geçiriyoruz, yürüyüp gidelim başka diyarlara diye. yıllardır ejder ha geldi ha gelecek de beni yiyecek diye yaşanır mı? aslında komodoya ilk yerleşen kabilenin, orda yerleşik hayata geçme kararı alan şefin ağzına sıçayim ben. 17000 tane ada var pasifikte. atla kanolara git ejdersiz adayı kapat orayı komodo yap di mi. bir belgeselde kasabada dolaşıyorlardı. 10 kişiden 3ü bacaksız, 2si kolsuzdu komodo ejderi saldırılarından dolayı. çocuğu oyuna göndersen aklın kalır, pikniğe gitsen ejder çıkabilir bin türlü dert. ejdere lafım yok tabi, tüm suç o ilk kabile şefinde.


geleneksel pide yeme yarışması 2010

küçüklüğümden beri lahmacununu pidesini yediğim antepli kardeşler pide ve kebap salonundan son verdiğim sipariş ile poşetimin içinden bir kupon çıktı. pide yeme yarışmasına bir davetiye almıştım. yarışma için seçilmiş, onore edilmiştim. bir anda mutluluk sarhoşu oldum. ilk defa ciddi bir yarışmada boy gösterecektim. ödül birinciye 25 , ikinciye 15, üçüncüye ise 5 pide idi. hemen çalışmalara başlamam gerekiyordu. bana inananları hayal kırıklığına uğratmamalıydım. kıymalı ve kaşarlı ile bir sorunum yoktu fakat sucuklu pidede sorun yaşıyordum. youtube'da çeşitli yemek yarışmalarının vidyolarını izliyor, şampiyonların tarzını kapmaya çalışıyordum. çıkardığım notlar ve bir takım karışık hesaplamalardan sonra her lokmada kaç nefes vereceğimi öğrenmiştim. içecek olarak ise suyu tercih edecektim. bir yemek yarışmasında içecek en dikkat edilecek husustur. yemekleri ağzınıza tıkıştırırken kurursunuz. içmek, içmek , içmek istersiniz. yemek parçalarını temizleyecek, boğazınızı kayganlaştıracak kadar çok, sizi şişirmeyecek kadar az içmelisiniz. birçok yarışmacı iyi başlayıp bir yudum içmek yerine dayanamayıp bir bardağı mideye indirdiği için şampiyonluktan olmuştur. nefes egzersizlerimi ve sıvı alımı diyetimi uygularken bir yandan da sucuklu pidede ustalaşmaya başlamıştım. en dişli rakiplerim üst sokaktaki çocukluk arkadaşım cengiz ve mahallenin berberi bekir abiydi. cengizi tanıdığımdan beri midesiz adamın tekidir. mayonezi balıkla, balığı da çikolata ile yer. onun için mide bulantısı söz konusu olmayacaktı. fakat ben ondan daha hızlı olduğuma inanıyordum. berber bekir ise en başta geçen yılın şampiyonuydu. 2 yıldır yarışmaya katılmış geçen sene şampiyon olmuştu. hem yarışma hem de yaşı benden büyük olduğu için pide tecrübesi olarak benden öndeydi. ben ise gençliğimi ve hızımı kullanma peşindeydim.

yarışma günü gelip çatmış, antepli kardeşler pide salonu yarışma için yeni gelin gibi süslenmişti. içerisi tıklım tıklımdı. mis gibi pidelerin kokusu ortalığa yayılırken insanlar ayranlarını ve şalgamlarını içerek yarışma saatini bekliyorlardı. rakiplerimle göz temasından kaçınıyor, konsante olmaya çalışıyordum. önce kaşarlı pideden başlayacak ardından sucukluya geçecek kapanışı da en iyi olduğum kıymalı ile yapacaktım. içecek olarak bir bardak suyumu idareli kullanacaktım. antepli kardeşlerden büyük olanı yarışmayı başlatınca hepimiz hızlıca pidelere yumulmuştuk. ben yalnızca kendi önümle ilgileniyor, kendimi motive etmek için zihnimde başka yerlerin düşünü kuruyordum. koca bir pide tarlasında pide olarak açan çiçekli yollarda düşlüyordum kendimi. bir ara yanımdaki sandalyenin sesini duydum. cengiz suratı kıpkırmızı bir halde yarışmadan çekilmişti. ağzıma biraz su çaldım ne fazla ne az! bir süre sonra adını bilmediğim biri daha çekildi. berber bekir abi ile ikimiz kalmıştık. sucuklularda çok vakit ve güç kaybetmiş kolay lokma olarak gördüğüm kıymalılarda ise zorlanmıştım. berber bekir abi ise iri çenesi ile bana fark atmıştı bile.
evet belki şampiyon olamamıştım ama 3 sene ve 2 şampiyonlukla bir efsane olma yolunda ilerleyen bekir abiden öğreneceğim çok şey vardı. bu büyük tecrübe ile içim biraz buruk fakat ikinci olarak kazandığım 15 pide ödülü ile teselli olmuş, gelecek için umut vermiştim.



şu elimde görmüş olduğunuz

yazın kendisini hissettirmesiyle birlikte bir caddebostan sahil sezonunu daha açıyoruz. eksik olmasınlar unisefçi kardeşlerim mavi tişörtleriyle bizlere eşlik ediyorlar. bugün iki kere yoklandık. ne desek ''biraz önce konuştuk sizden bir arkadaşla'' yoksa ''ben zaten kayıtlıyım'' kalıbıyla mı geçiştirsek diye düşünür, derde girerim. bir ara gördüm ki onlar da oturmuşlar ekip olarak çimlere. fırsat bu dedim, yılların öcünü almaya karar verdim, yanlarına yanaştım. bu sefer onlar çember halinde oturuyorlar ben ayaktaydım:
- en iyi cilet budur!
- ????
- dünyanın bütün meşhurları bununla tıraş oluyor. ingiltere kralı, rahmetli başkan kenedi, taçsız kral pele, bakenbauer, kaleci mıyer, nadya komanaçi, biricik bardo, fenerbahçeli cemil! hepsi şöhretlerini bu bıçağa borçludurlar!
sözlerimi bitirince baktım unisefli bir kardeşimin saçı sakalın karışmış. denemesi bedava diye adamın sakalını köpürtmeye başladım. o anda ekibin alışık olduğumuz güler yüzü gitti, küfürlere hakaretler maruz kaldım.


canım kardeşim

bu sabah dünden kalma bir şekilde arkadaşımdan eve yollanırken üst sokaktaki ilkokulun önünde gözüm tenefüste oyun oynayan çocuklara takıldı. 2010da okul bahçesinde ne oynanıyor don-ateş veya kutu kola maçı tedavülden kalktı mı merak ettim. don-ateş yoktu ama kutu kola kutusundan bir maç vardı. ''city of god'' kaosu ile oynuyordu minikler. tam o sırada bir küçük çocuk ''bende oynayabilr miyim'' diye sordu bir başkasına. ah be işte don ateş gider kutu kola gider ama ''bende oynayabilir miyim'' kibarlığı gitmez. tam bir anne öğretisi bu kalıp, ''ebilir miyim'' inceliğinden dolayı. ama çocuğu reddettiler. arkasını dönüp bir başka gruba yanaştı sordu. onlar da reddettiler. kafamın daha tam yerine gelememesinden mi, sezonun ilk yaz güneşinin üstüme vurmasından mı ben içerledim onu oyuna almamalarına. gücendim resmen, ah zalim dünya! aklıma 1973 yapımı ''canım kardeşim'' filmi geldi. oyuna almadıkları çocuk da bir anda küçük kahraman oluvermişti. o an içimden ''gel abicim ben sana karşıdaki bakkal amcadan çukulatalar, toplar alayım. ordan da gel bize biraz pleysiteyşın oyna bisikletime bin. ama terleyince fanilanı değiştirirm'' demek geldi. hem gitsin desin benim abim var sizi dövdürürm desin beni kastederek.

bu yetmez gibi yine bizim mahallenin 2 bisikletli çocuğu yanında koşan, onlardan 2-3 yaş küçük kopili gördüm aynı gün. diğerleri umursamadan yokuş aşağı olsun hızla gidiyorlar o küçük bisikletsizlikten midir onlardan geri kalmamak için koşuşturuyor. ona da bir bisiklet alcam, mahalleye adaleti getirecem artık. geceleri rahat uyumak istiyorum.


istanbulun kurtuluşu tatil mi?

her lise talebesini düşündürmüş, tatlı bir heyecan içine sokmuştur 6 ekim istanbulun kurtuluşu. her yıl 6 ekim istanbulda tatil olmasına rağmen yine sorulur, yine tartışmalara konu olur sınıf içinde. doğruyu söylemek gerekirse yıllar sonra bile ben hala gerçekten tatil mi değil mi emin olamıyorum o gün. hiç bir 6 ekim günü okulumuzu yokladık mı? nasıl bu kadar emin olabiliyoruz bu tatilden? bayram olsa içimiz rahat evde yatacaktık beyzade gibi. ama 6 ekimin özel bir durumu var işte. okula giderken bir muhasebeci titizliği ile brüt okul gününü hesaplar; bundan haftasonlarını, bayramları, yılbaşını düşerek okula gideceğimiz net gün sayısını arkadaşlarıma duyururdum. çünkü sayılı gün çabuk geçer. bir bayramdan diğer tatil gününe, yılbaşı tatilinden sonraki haftasonu tatiline kadar gün saymak daha kolaydır. tüm hesabı karıştıran ise istanbulun kurtuluşunun tatil olup olmaması sorunsalıdır. bazen diyorum atalarımız ya haftasonu kurtarsaydı istanbulu? o zaman böylesine karışıklık olmayacaktı. bu sene 6 ekim çarşambaya geliyor. bence tatil olabilir, tüm planlar bu yönde olmalı.

kanadını kesen melek olur mu

güzel bir cuma akşamı nasıl harcanır biliyor musunuz? önce şok ucuzluk marketlerinden bir litrelik ''promosyon şarap'' alınır. üzerine şu an sinemalarda dönen ''legion'' izlenir. promosyon şaraptan bir beklentim yoktu zaten o denedi ben denedim anlaşamadık ama en azından içi dışı bir idi. üzerinde yazan fiyattan fazlasını vaad etmiyordu. oysa legion filmi? (sonra yazılanlar legion filmi hakkında bilgi vermekten öte izlemeyenleri uyarmak amaçlı, izlemediyseniz okumayın demicem bilakis okuyun da izlemeyin) trailer'ine vuruldum önce. aradım araştırdım torrent sitelerinde, istedim ki o melekler savaşının en ince ayrıntıları önüme serilsin. hatta film sonu gaza getirsin beni birazcık melekçilik oynayayım arkadaşlarımla. ama sonuç hüsran oldu. meleğin kanat kesip insanların yanında yer alması mı dersin, hamile hatunun doğuracağı çocuğun insanlığın son umudu olması mı dersin, yumruk yumruğa melek kavgası mı istersin yoksa kahramanların üstüne güneş doğduğu süper mutlu son mu dilersin hepsi bu filmde var. aynısını yazarız böyle bi filmin çok ciddiyim. filmlerde gerçeklik beklentimi bir yana koyup o kafaya girerim, filmin verdiği dünyaya dalıp kendi gerçeklerimi bir yana koyarım fakat bu filmde hükmü veren bir tanrı var yahu. olabilecek en güçlüsü yani, bu kadar uğraşa değmez bir çocuğu ele geçrimek için. tanrı o an bana şu satırları girse -godmode, -noclip ayrıca sınırsız cephane verse ben hemen oracıkta işi çözerdim. melekleri gönderince hepsi ego yaptı, tanrı da geri adım attı filan işler bi karıştı yani. hem herşey olurken o an biz napıyoduk istanbulda, ntv den gelişmeleri mi alıyorduk yahu yine bir holivud filmi bizi

aydınlı imparatorluğu

emre aydın internette en çok desteklenen adamlardan biri, en başta geleni belki de. onlarca fan sitesi, yüzbinlerce genç kız fanıyla çok güçlü bir hareket haline geldi. yani emre aydın dipten dibe bir mayhem projesine girişse başarılı olur, bir ışık yaksa peşinden yüzbinlerce fanıyla fetihlere, seferlere çıkar imparatorluğunu kurar komutanları ''siyah_kelebeq'' ve ''osge-rock19'' ile. tehlikenin farkında mısınız?

ben stiller ve adam sandler aymazlığı

bir arkadaşımın eski kızarkadaşını görüşmesii, tekrar ona dönmek istemesi ve saçmalamasından sonra reddedilmesi üzerine ben stiller ve adam sandler ikilisini karşıma aldım. ben ve adam yıllar yılı ilişkilerini ellerine yüzlerine bulaştırmışlar bazen küçük yangınlar çıkarmışlar, kızarkadaşlarının kedilerini kaybetmişler, kusmuş, sıçmış, sıvamışlar ama en sonunda yine şapşallıklarıyla onlara kendilerini kabul ettirmişlerdir ya hep. ağızlarına sıçayım ben onların. ben bugüne kadar öyle bişeye şahit olmadım. onlar yapınca sakar romantik, sevimli sevgili biz yapınca salaklık, angutluk, geri dönülmez bir hata. boyunuz devrilsin ibneler, imkanım olsa atlıcam uçağa o arkadaşımı da yanıma alıp, amerikada izlerini bulacaz, gece yarısı kapılarında belirip süpriz bi saldırıda buluncaz. ama orda da biz yeriz dayağı, hep onlar haklı hep onlar sevimli.

gandalfın sopası director's cut

<a href="http://www.grapheine.com" title=illustration medicale>agence communication</a>

çizgi film bizim işimiz

Hanna-Barbera, küçüklüğümüzde izlediğimiz neredeyse tüm çizgi filmlerin yapımcısı. çakmaktaşlar, ayı yogi, jetgiller, atom karınca, scooby-do, tom ve jerry, laff-a-lympics hepsi birer hanna-barbera prodüksiyonu. uzun bir dönem pastanın yarısını warner bros. yemişse diğer yarısını da bu abiler yemiştir. peki kimdir hanna-barberalar?

                               william hanna                                      joseph barbera

aslında onlara vefa borcumuz var. william ve joseph abiler hiç düşünmesek de bugün sahip olduğumuz hayalgücümüzün mimarları. televizyonun saflığını kaybetmeden önceki son dönemlerinde onların çizgi filmleriyle iyi-kötüyü, hile yapanın, yalan söyleyenin işin sonunda herzaman haksız çıkacağını (laff-a-lympics bunun üzerine kuruluydu) öğrendik. yaptıkları işin güzelliğinden olsa gerek william abi 90 joseph abi 95 yıl yaşamıştır.



şanssızlık

etrafta bu kadar şansı yaver giden insan varsa bir o kadar da şansız insan olması gerekiyor doğal denge açısından. örneğin bu civarın şanslı insanlarının dengelerini ben sağlıyorum şanssızlığım ile. onların işleri yaver gitsin diye tüm kötülükleri emiyorum, kendi şanssızlığımı yaratıyorum. bırakın şanslı olmayı notr kalıp şansızlığa düşmesem bir sıkıntım olmayacaktı. herşey lise sonda en sevmediğim yer olan tahtada sözlü ile başladı. tüm sınıfın dikkati başka yerdeyken usulca sorunun cevabını tahtaya çiziktirip yerime geçecek, sıramı savacaktım. topluluk önünde fazla durmaktan rahatsız olur, küçülürdüm. tam da işimi bitirmekteydim ki sınıfın kapısı açılıp içeri müdür girdi. sınıfın havası hemen değişti, ayağa kalkıp oturma sesinden sonra benim tahtada olduğum herkes tarafından o an farkedildi. gelen adam yıllık hakkında konuşma yaparken ben de koca cüssesinin arkasında kalmış önden çok itici duran kafasının arkasındaki ensesini izlemeye başlamıştım. saç bitiminin altından başlayan kıl köklerine dalmış, ne kadar büyük olduklarını düşünüyordum ki lafını bitirip sağına döndü, ''iyi dersler hoca hanım'' dedi. sınıftan çıkmak üzere biraz daha hareketlendi ki gözü bana takıldı. anlık bakışı hiç hoşuma gitmemişti. ''onlar ne öyle?'' dedi. ne sorduğunu anlayamamıştım. saçım kısa, favorim yoktu. ceketim kravatım herşeyim yerinde okul armam gurula göğsümdeydi. tonlaması sertti. kısa bir süre kendimde kusur aradım fakat bulamadım. ben sessiz kaldıktan sonra ''o ayakkabılar ne git değiştir öyle gel'' dedi. bizim okulda spor ayakkabı yasaktı. okula yürüyerek geldiğim için bu yasağı reddetmiş yine bildiğimi okumuştum. sınıfın önünde azarlanıp rencide oluyordum. içimi sıcak bastı, özür dilemeyi düşündüm ayakkabım adına ama bişey diyemedim. çantamı bile almadan beni omuzumdan döndürdü, önüne kattı ve çıkışa kadar arkamdan geldi. arada bana terbiyesiz, utanmaz diyordu. sanırım zor bir gün geçiren bu adam biraz rahatlamak için yapıyordu bunları. benim yıllardır süren şanssızlığımın ilk bu olay ile başladığını düşünüyorum. ardından neler başıma gelmedi ki en ufağından en büyüğüne kadar bir sürü şanssızlık yaşadım. doğa bile bana karşı acımasız olmuş benim oturduğum yerleri gizli nem, çamur ile kaplamıştı her seferinde. otobüste hep güneş gelen tarafa oturmuş, ödev dağılımlarında hep en kazık konuya düşmüştüm. murphy yasaları dediler, kötü düşünce kötüyü çeker dediler bunun üstüne çabaladım yine olmadı. torbadaki biralardan tek fışlayan benimkiydi, son çekirdeğim acı çıktı ağzımı yaktı. tatile gittim kumda futbol var dediler çok eğlenceli dediler. çıplak ayağımı kumda gizlenen hain bir kiremit kesti. denize girdim denizanası yüzümü emdi. herkes güneşlenirken ben dikişli ayak ve yüz ağrısı çektim. geçen yıl az daha askere gidiyordum okul sınıftan yalnızca benim askerlik işlemlerimi atlamış. şimdi düşünüyorum da bu ve daha sayamadığım daha birçok şanssızlığımın o günkü sözlü ve müdür ile bir alakası mı var acaba. araştırdım ki müdür o okuldan gitmiş. bu adamın civar civar dolaşıp gözüne kestirdiklerini lanetleyen bir tür erkek cadı, büyücü olduğundan başka elle tutulur bir ihtimalim kalmadı. beni ense kıl kökleri ile hipnotize ederek zihnimi boşalttı ve omuzuma dokunarak lanetledi. şimdi hayatımı köşe bucak o müdürü arayarak ve genç arkadaşlarımı tahtada sözlüye kalktıklarında içeri müdür girip konuşma yaparsa kesinlikle ense kıl köklerine bakmamaları hususunda uyarıyorum.

körling

bir curling oyuncusu gibi buz zemini hızlı hızlı fırçalarsa sinirini boşaltabilecekti. o anda aklına gelen en iyi şey buydu. içinden ona kadar saymak veya duvarları yumruklamak işe yaramayan şeylerdi. onun tek arzusu hızlıca yerleri cilalamak, buz üzerinde kaymak ve bağırmaktı. hatta buz pist üzerinden gelip havalanmak, boşluk üzerinde uçarcasına gitmek sonrasında zemine inmek istiyordu. oysa ki bu sporların hiçbiri ülkede yoktu. hatta öyle bişey izlemiştiki eurosporttan adamlar sırayla karda kayıp ellerindeki silah ile hedef vuruyor sonrasında yollarına kayarak devam ediyorlardı. izledikçe kendi imkanlarına, futbola basketbola lanet ediyordu. çevresi tarafından sinirli olduğundan yakınılırdı. oysa o bilirdi ki buz onu tımar edecek, sakinleştirecekti. buz sporları sevdası daha ortaokul yıllarında başlamış kadıköy pasajından çekoslovakya milli hokey takımı forması almıştı. tek başına giymenin riskli olacağını düşünüp bir arkadaşının aklına girmiş, çocuğun hokey veya buz ile bir ilgisi olmamasına rağmen araya arkadaşlık hatırını sokarak aynı formayı aldırmış, beraberce o haftaki beden eğitimi dersinde aynı takım oyuncuları gibi çekoslovakya hokey takımı formalarını giymişlerdi. tabi ki şartlar elvermediğinden çekoslovak hokey takımı formaları ile futbol oynamışlardı. geceleri yatağa girdiğinde düşünür düşünürdü. belki futbolda iyi değildi, bu onun sporda başarısızlığa işaretti arkadaşları tarafından. oysaki ona şans tanınsa curlingde bir numara olacağını biliyordu. defalarca televizyondan izlemiş, teorik olarak bu sporu çözmüş geriye yalnızca pratiği kalmıştı. bir süre sonra çekoslovakya hokey takımı formasını aldırdığı arkadaşı beden derslerine fenerbahçe forması ile gelmeye başlamıştı. ilerleyen günlerde de kendi çekoslovak hokey formasını bir köşeye bırakıp pasif direnişe geçmiş, beden derslerine sadece siyah tişört ile katılmış fakat kimse bundan bir ders çıkarmayarak onu futbol maçlarında defansa yerleştirmişti. yine sinirli yine üzgündü.

videodrome




''Yakında, hepimizin özel adları olacak, katot ısın tübü çınlaması olsun diye tasarlanan adlar.'' der Profesör O'blivion. 1983 yapımı videodrome şaşırtıcı bir biçimde günümüze göndermeler yapar. işin seks, şiddet ve işkence kısmını geçip videodrome'un dokunduğu başka bir konuya değineceğim: teknoloji. insanların sınırlarının genişlemesi, sürekli doyma çabaları ve bununla birlikte gelişip semiren teknoloji. artık teknolojiye bağımlılık ve doyumsuzluk öyle noktalara gelmiştir ki sanal gerçeklik videodrome ile herşeyin yerini almaya başlamıştır. halüsinasyonlar gittikçe gerçek olur. öyle ki videodrome yayına maruz kalanların beyninde tümör oluşmaya başlar. fakat bu gerçekten bir beyin tümörü müdür yoksa evrimleşen zihinlerimize teknolojinin katkısı yeni bir beyin parçası mı? son 50 yıldır teknoloji kullanımı muazzam şekilde artarken, O'blivion'un söylediği gibi herkesin özel adları (nickleri) kendi kişiliklerinin önüne geçmeye başladı. bir mmorpg oyuncusu 24 saatinin 13 saatini o dünyada geçiriyor ise gerçekten kimdir o? cronenberg'in videodrome'da siber-insanı yaratması çok tutarlı bir öngörüdür. vücudunda fiziksel deformasyonlar olan max renn çok önceleri bu değişimi beyninde yaşamıştır. tıpkı dış dünyadan çok kendi videodromumuza girmeye çalışan biz teknolojiye tapanlar gibi.ceonenberg'in videodrome'u içinde matrix, surrogates ve hatta dark city yakalanabilir, üzerine düşündürür;


                                Long live the new flesh!


bardak altlığını reddediyorum

bardak altlığı. bardağınızın altına doğru biriken su ve nem zeminde iz bırakmasın diye yapılmış bir şey. oysa ki amacından tamamiyle sapık, ''kapitalizme hizmet eden araya sokulmuş bir reklam'' dır bardak altlığı. bir ikinci olayı ise ev ziyaretinde küçük çocuklara verilmesidir. eskiden daha çok giderdik büyük teyzelere. yani annemlerin teyzesine. orda olmazsa olmazdı bardak altlığı. içtiğimiz kolanın, meyva suyunun altında olurlardı hep. daha doğrusu bizim büyük teyzeler normal zamanlarda bardak altlığı kullanıyor değillerdi, bayram ve seyranlarda aile toplaşmasının olduğu günlerde bardak altlığı üzerine hiç düşünülmeden biz küçüklerin önüne sunulurdu sadece. hala gözümün önünde kırmızı olanın üstünde ''marlboro adventure team'96'' mavi olanında ise eski tarzıyla ''camel'' amblemi vardı. marlboro ve camel o dönemler bardak altlığı olayını önemsiyor ve bütçelerinden buraya reklam payı ayırıyorlardı. oysa ki hitap etmesi gereken kitle yerine bu bardak altlıklarının çoğu bayramda ev toplaşmalarında biz küçüklerin önünde kalıyor ve bizde bi bok anlamıyorduk. bardak altlıkları gerçekten hiç bir işe yaramıyor, yıllardır kendi odamın bilgisayarı taşıyan masasında leşçesine yer içerim bir kere bardak izi görmedim. oluşsa bile ıslak bir süngerle geçer gider. nedir bu yaşlıların bardak altlığı takıntısı anlayamıyorum, eskiden büyük teyzede meyve suyumun altına koyduğum marlboro adventure team'96 bardak altlığı ile yeniden karşılaştım. bu sefer bira içiyordum tekrar altımdaydı. 14 yıl olmuş be. yıllar geçecek biz ölecez o bardak altlığı hizmetine devam edecek galiba.


the curious case of kemalettin

                                                                           1
kemalettin 20li yaşlarının başında orta zekalı ve iyi niyetli bir adamdı. üniversiteyi kazanan arkadaşlarının öğrenci evine davet edilmiş, biraz düşündükten sonra zaten hiç bişey yapmadığından oraya gitmeye karar vermişti. liseden sonra üniversite sınavlarında sıkıntılar çekmiş açıkta kalmıştı. evden öss'ye hazırlanma gazıyla bazı test kitapları almış fakat taktiksel olarak hızlı koşmuş çabuk yorulmuştu. bir iki ay sonra kendini evde 6 gündür giydiği kokuşmuş tişörtü, yağlı saçları ve tek ayağı çoraplı tek ayağı çıplak hali ile bilgisayar başında sabahlamalarda bulmuştu. işte tam o an eskişehire gitmenin kendisine iyi geleceğini, hem de arkadaşının öğrenci evi ile yepyeni kızlara bile ulaşabileceğini düşünmüş keyiflenmişti.
yolculuk günü yeni pantolonunu altına çekmiş, montunu giymiş ve çantasını tek eli ile sırtı üzerinde tutarken kendini indiyana cons gibi hissetmişti.
                     
                                                                          2
yolculuğu bitip gara varınca arkadaşları onu karşılamışlar, şen kahkahalar ve espriler ile eve doğru yol almışlardı. bu mutluluk tablosunun gittikçe bozulacağını, kemalettin'in içinden çıkılmaz bedbaht durumlara düşeceğini kimse öngöremezdi. her şey ilk karşılaşma konuşmalarının kesildiği o ilk sessizlik anı başladı. kemalettin'in her adımında sanki uzaklardan gelen bir ses, gittikçe artan. dikkat ettikçe artan bir ses dikkatini çekti. klasik bir yanlışa düştüğünü anlamıştı kemalettin. anlamıştı fakat kendine yediremiyordu. nasıl bu kadar dikkatsiz olabilirdi. yeni aldığı pantolonu hiç denemeden ilk defa giymişti ve şimdi yürüdükçe pantolonundan gelen hışırdama sesine mahkumdu. üstelik montuda hışırdayan cistendi ama sesi rahatsız edici olmamıştı hiç. oysaki şimdi pantalonun sesi sanki montuda tetiklemiş, birbirlerinden güç alırcasına kemalettini hışırtı sesleri ile bitirme oyununa ortaklaşa başlamışlardı.
hırt-kırt-şırt-hırtküe sesleri ile adımlarını atıyordu kemalettin. acaba arkadaşları bu durumunu anlamışlar mıydı yoksa o çok dikkat ettiği için mi böyle duyuyordu hışırtıları. aylardan kıştı ve iç anadolunun o göt kesen soğunu iliklerine kadar hissediyordu. hep beraber adımlarını hızlandırdılar ve 15 dakikalık yürüyüşün ardından eve vardılar. eve girice montundan ve pantolonundan dolayısıyla hışırdamasından kurtulduğu için kemalettinin keyfi yerine geldi. fakat dakikalar geçmesine rağmen kimse montunu çıkarmamıştı. tam da bunu düşünürken arkadaşı selim kemalettinin duymak isteyeceği son şeyi söyledi:
-''kemo sende üstünü çıkarmasaydın, şansına 2 gündür doğalgazımız kesik, öğrencilik işte. bi katalitik var ama o kendini anca ısıtıyo, 2 gündür montlayız''
o akşam ev tıka basa dolu olacak, içkiler içilecek ve yeni kızlarla tanışacaktı kemalettin. hışırdayacağına soğuktan donardı daha iyi! ayrıldıktan sonra hışırdayan adam olarak akıllarda kalmak istemiyordu. hemen arkadaşlarından pantolon ve mont ödünç istedi. oysa ki çıta gibi olan delikanlılara nazaran kemalettin aylardır evde götü göbeği salmış onların iki katı olmuştu. karnını içeri çekti, ıkındı sıkındı fakat kimsenin pantolonunun ve montunun içine giremedi. ama yine de yanında getirdiği pijamalık şortu ve tişörtüyle dayanacağını düşünüyordu.

                                                                             3
eski dostlar bir araya gelmiş, biralar açılmış eğlenilmişti. bir yandan akşam çökmeye başlamıştı. kemalettin artık geceyi şort ve tişört ile kurtaracağından emindi, birasını yudumlarken yeni tanışacağı başka şehrin kızlarının heyecanını yaşıyordu. evin kapısı çalındı, birkaç dakika sonra bir kez daha ve gittikçe kalabalıklaşmaya başlanmıştı. kemalettin yeni insanlarla tanıştırıldı ama bu sefer de kendini rahat hissetmemeye başladı. herkes pantolonu, montu atkısı ile dururken o evin küçük kardeşi gibi şortlarla, tişörtlerle geziyodu. bu hali yeni tanışacağı kızlara karşı maça 1-0 yenik başlamak olacaktı. zaten kaba etleri ve kolları bir mermer kadar soğumuştu. ''kendime eziyet etmenin anlamı yok hem yepisyeni pantolon o'' dedi ve tekrar hışırtılı elbiselerine büründü kemalettin. cızırt-hışırt diye ortada dolanmaya başladı. sigarası bitmişti, hem yakınlardaki bakkala sigara almak için hem de kıyafetlerinin hışırtısını yalnız başına test etmek için bakkala yollandı. sessiz sokakta sanki apartman duvarlarını inletiyordu hışırtıları cızırtıları. öyle ki sanki artık ayakkabısından bile ses geliyordu. kemalettinin kafasının içinde cızırt-hışırt-hmps sesleri peydah olurken çıldıracak gibi oluyordu. bakkaldan içeri girdi ve elini cüzdanına attı. çıkan cızırtılara içerdeki üç kişi de baktı. o bakışları yakalayınca artık olağanüstü bir hali olduğuna kanaat getirdi kemalettin. bozuk moral -cızırt- ile -hışır- tekrar -hış- eve -ssşiıh- döndü.

                                                                            4
hep sabit durursa hışırdamıyordu fakat vahe kılıçarslan gibi durmak epey zordu hemde yeni tanışılan başka şehrin kızları ile konuşurken. en basiti içkisini yudumlamak için yaptığı hamlede sviss ve hışırt ediyor, insanlar gayri ihtiyari bir bakış atıyorlardı kemalettine. canı öylesine sıkılmıştı ki bi ara üstündekileri parçalayıp ordan kaçmak, evine doğru çıplak koşmak istedi kemalettin. alkolün de etkisiyle artık canına tak etti ve üstünü değiştirip, şortla tişörtle devam etti geceye. artık hışırdamalar yoktu ve tüm ilgisini yeni tanıştığı başka şehrin kızlarına verebilrdi. o değişiklikten sonra rahatladı. konuştu, içti, konuştu, içti ve sonrasında sızdı.

                                                                            5
sabah uyandığında boğazı ağrıyor, başı dönüyor ve burnu akıyordu. önce nerede olduğunu anlamadı daha sonra hapşırdı. önceki gece hışırtılardan kurtulmak için montsuz ve pantolonsuz dolaşmış, buz gibi evde soğuk yiyip şifayı kapmıştı. gözlerini bile tam açamıyordu. tam 3 gün yattı. ev soğuk olduğundan bir yandan iyileşemiyordu da. üçüncü günün akşamı artık bundan daha hasta olamayacağını düşünerek hastalığını evde geçirmeye karar verdi. pantolonunu giydi, üstüne de montunu. geldiği otogara yine aynı yolda yürürken ayakabılarından -grupt- pantolonundan -hışırt- ve montundan da -sviss- senfonisi devam ediyordu.

2010 kültür başkenti


bir filmden



(Office Space, 1999)

fantastik sexşop ürünleri

birgün merkezi bir yerde yürürken kafanızı kaldırıp yan yana dizilimş binaların, hanların 3. 4. katlarına bakarsanız etrafta dolu sexşop olduğunu farkedeceksiniz. işte bu sexşopların çoğu internet üzerindende satış yapıyorlar. araştırmalarım sonucunda çok satanlar listesindeki fantastik ürünleri deşifre etmeye karar verdim. sonuçta bunlarda fabrikası kurulan, kalıpları dökülen, vergileri ödenen ürünler. bir kutu kola nasıl gayri safi milli hasılayı arttırıyorsa üretildiği yerde o da kayıtlı oluyor arttırıyor. ama gelin görün ki aşağıdaki tüm ürünler sapkınlığın, şehvetin, hayaller dünyasının meta haline gelmişidir:

İlk ürünümüz ''gamma ayarlarıyla oynanmış pembe memeli hollandalı köylü kızı'' ile sevişmek istiyorum diyenlerin tercihi. nintendo wii gibi bir kontrolü de var.











İkinci ürün ise fantazisini ''zenci olsun balık eti olsun, jartiyeri olsun'' üzerine kurmuş olanlar için. herhangi bir frp oyununda rahatça tank olarak görev alabilir. kolları bir garip yapılmış.











 bu modelin suratı nasıl tasarlanmış, nasıl karar kılınmış anlamak mümkün değil. diğerlerinin suratı direk fotoğraf gibi basılırken yandakine keçeli kalem ile şekil verilmiş gibi, daha da ötesi korkutucu.








sıra geldi şişme adamlara. bakınız 2-124 modeli ne kadar bizden, anadolu kokuyor. bıyığı,  saç traşı ve göğüs kılları ile tam bir maço.








en tehlikeli ürün ile karşı karşıyayız. erkeklerin sevişmesi için tasarlanmış erkek şişme bebek. mahalle bakkalı, berberi ile sevişmek isteyenlerin seçimi. bu model de baya bi korkutucu gulyabani gibi.








son olarak mangacıları da unutmamışlar. şişme manga karakteri de gayet satılıyor sitelerde.











belki iş yerinde çalışma arkadaşınız, belki de yan komşunuz bir 2-124 sahibi. eğer kasıtlı bir yönlendirme yoksa bu ürünlerin hepsi de çoksatılanlar listesinde. ben sen ahmet mehmet almıyorsa kim alıyor bunları?